http://muratsaylan.blogspot.com/2012/05/prim-sistemi-nasl-olmal.html
linkindeki yazım sonrasında firmalar satış ekipleri için çok basit bir prim
sistemi önermemi istiyorlar. Anlatılması da, anlaşılması da kolay olsun
diyorlar. Bu yazımda çok basit bir prim sistemi önereceğim, ama bazı bilgileri
de vermeden edemeyeceğim. Öncelikle, rakipte var diye veya personel istiyor
diye prim sistemi uygulamayın derim. Koyduğunuz hedefleri gerçekleştirmek için
prim sistemi uygulayın. Hedeften her satışçıya bir pay mutlaka düşmeli. Yani
satışçınızın ay ay hedefi olsun. Bu hedefleri de isterseniz müşteri gruplarında
veya bölge bazında veya ürün gruplarında ayrıştırabilirsiniz. Sonra da
satışçılarınıza şu basit prim sistemini açıklayın: Hedefinizi tutturduğunuz
her ay satış cironuzun %1’i kadar primi ay sonunda maaşınızla birlikte
alacaksınız. Hedefinizi tutturamadığınız aylarda prim alamayacaksınız ama
yıllık hedefinizi tutturursanız, prim almadığınız aylardaki cirolarınızın %1’ini
de yıl sonunda vereceğiz. Bu kadar basit bir prim sistemi sayesinde her
satışçıyı yıllık hedefine kilitleyebilir ve böylece firma hedefinin
gerçekleşmesini sağlayabilirsiniz.
Markalar ve iş dünyasına yönelik kısa yorum ve tespitleri içeren eleştirel yazılar
15 Aralık 2012 Cumartesi
1 Aralık 2012 Cumartesi
2013 yılını kaç firma şimdiden planladı acaba?
Türkiye’de bir
çok firma günü yaşıyor. Bir plan dahilinde günü, haftayı, ayı yaşamıyorlar.
Patron veya üst düzey yöneticiler sabah akıllarına nasıl bir fikir geldiyse onu
uygulamaya kalkıyor. “Seize the day” anlayışıyla da rakipler yakalanamıyor
tabii ki. Modern firmalar yıla girmeden önce yıllık pazarlama planlarını
yapıyorlar ve yılı planladıkları gibi yaşıyorlar. Üstelik bu planlar günlere
kadar indirgenmiş ve bütçeleri de ayrılmış durumda. Hangi günde, hangi haftada,
hangi ayda ne yapacaklarını, bu eylemlere ne kadar bütçe ayıracaklarını önceden
belirliyorlar. Planlarını sunarken de, nasıl bir geri dönüş hedeflediklerini de
vaat olarak sunuyorlar. Yapacaklarını planlayanlar, planladıklarını yapmaya ve
böylece vaat ettikleri hedeflere ulaşmaya da çok önem veriyorlar. Böylece yıl içinde dalgalanma ve sürprizleri
en aza indirgeyerek hedeflerine ulaşıyorlar. Buna sadece ciro değil, karlılık
da dahil.
Yöneticilerinizden
2013 yılı için plan istemekte geç kalmadınız. İşi ciddiye alırlarsa 2013’te
neler yapacaklarını size 15 Aralık’a kadar gün gün verebilirler ve bu plan
karşılığında nasıl bir geri dönüş hedeflediklerini de söyleyebilirler. “Yılı
şimdiden nasıl yaşayacağımızı nerden bilelim” diyen yöneticilerinizi de derhal
kapı önüne koymanızı öneririm. Onlar başka şirketlerde “günü yakalamaya” devam
etsinler.
15 Kasım 2012 Perşembe
Halkla İlişkiler parçalanalı çok oldu
Vatandaştan gelen şikayetlere cevap vermek ve medya
aracılığıyla halkı bilgilendirmek amacıyla batı ülkelerinin devlet kurumlarında 1900’lü
yılların başlarında kurulan bir birim olarak hayatına başlayan Halkla İlişkiler
disiplini zamanla özel şirketlerin de açtığı bir birim ve ajans hizmeti haline
geldi. Çünkü iş dünyasının icat ettiği birçok başıboş pazarlama iletişimi
uygulaması ister istemez halkla ilişkiler disiplini altında toplandı. Kurumsal
iletişim, hissedarlarla iletişim, medyayla iletişim, çalışanlarla iletişim,
politikacılarla iletişim zaten en başından beri halkla ilişkilerin
sorumluluğundaydı. Buna zamanla kriz iletişimi, lider iletişimi de eklendi. Şirket balosu, basın toplantısı, bayi
toplantısı, tüketici yarışmaları gibi etkinlikler halkla ilişkiler birimine
veya halkla ilişkiler ajansına havale edildi. Medya üzerinden sektörün ve
rakiplerin takibi, medya mensuplarına birebir tanıtım yapmak, şirket içinde kurumsal
kültürü oturtmak, vizyon-misyon bildirgelerini yazmak ve yayınlamak, sosyal
paydaşlara dağıtılacak dergi hazırlamak, kurumsallaşma için gerekli belgeleri
ve danışmanlıkları belirlemek halkla ilişkilerin olağan görevleri oldu. Bağışlar, burslar, sosyal paydaşların yararlanacağı
binalar, sosyal sorumluluk projeleri, sponsorluk, gibi şirket yardımları da
halkla ilişkilere teslim edildi. Şirketlere pazar ve tüketici araştırmaları
yaptırtmaya başlatan, ağızdan ağıza pazarlamayı öneren, pazarlama departmanları
kurdurtan bir disiplindi halkla ilişkiler. Anlayacağınız halkla ilişkiler
faaliyetlerinin içi 100 yıl gibi bir sürede şiştikçe şişti. Dolayısıyla halkla ilişkiler firmaları ile
çalışmak da şirketler için bir zorunluluk haline geldi. “Halkla İlişkiler”,
İngilizcesi olan “Public Relations” ve kısaltması “PR” iş dünyasının dilinden
düşmeyen kavramlar olmasına rağmen, içeriği aşırı dolan bu disiplinin adı
kendine dar gelmeye başladı. Nitekim sektöre ait derneklerden biri kendine “İletişim
Danışmanlığı Şirketleri Derneği” dedi. Bu arada halkla ilişkiler disiplininin
içine giren birçok konu kendi bağımsızlığını ilan edecek kadar büyüdü ve kendilerine
ayrı kulvarlar açtılar. Doğrudan pazarlama, sponsorluk, etkinlik, lobicilik, sosyal
medya ajansları buna örnektir. Hatta günümüzde sadece medya iletişimi hizmeti
veren ajanslar da mevcuttur. Bence en doğrusu da bu: Halkla ilişkilerin bir
alanında uzman olmak ve sadece o hizmeti vermek. Çünkü halkla ilişkilerin tüm
alanlarında uzman olabilmek ve her birinde tatmin edici hizmet sunabilmek
neredeyse imkansız. Buna rağmen iki kişinin kurduğu ve PR’ın her alanına giren
hizmetleri verebildiğini söyleyen ajanslar çıkabiliyor. Bir PR ajansıyla
çalışmayı düşünen markalar almak istedikleri hizmeti çok iyi belirlemeli ve bu
hizmet konusunda uzman PR şirketi ile çalışmalıdır.
1 Kasım 2012 Perşembe
Stok tutturma teknolojisi. Hem de hemen şimdi.
Stok sayımları iş hayatının en önemli işlerinden biridir. Firmalar
depolarını ve mağazalarını düzenli aralıklarla saymak zorundadırlar. Firmaların
en büyük problemi stok tutarsızlığıdır. Kayıtlardaki stok ile fiziki stok bir
turlu denkleştirilemiyor.
Genelde yanlış mal kabul ve yanlış sevkiyat yüzünden stoklar bozulur.
Yani firmaların mal hareketleri çok çok dikkatli kayda alınmazsa mutlaka
stokları bozulur. Çünkü işin içinde insan faktörü vardır ve “beşer şaşar”. Bir
depo sorumlusu bir kolinin içine 5 değil de 6 mal koyup gönderir ve
irsaliyesini de 5 adet üzerinden keserse stok kayıtlarınız bozulur. Bir mal kabulcünüz
bir tedarikçiden gelen malların irsaliyeleriyle hep doğru geldiğini gördükten
sonra bu tedarikçiden gelen bir parti malı hiç saymadan kabul ederse ve bu
partide tesadüfen irsaliyeden farklı adetlerde mal varsa stok kayıtlarınız yine
bozulur. Hırsızlık da stok bozukluğuna yol acar, ama bu stok bozulmalarının
%1’ini geçmez genelde.
Birçok firma düzenli stok sayımları yaparak bu problemi en aza indirmeye
çalışır. Stok sayımları zahmetli, sıkıcı ve pahalıdır. İş saatlerinde
yapılmaması gerektiği için de gece yapılır. Bazı iş kollarında depo veya mağaza
bir-kaç günlüğüne kapatılarak stok sayımı yapıldığı da görülür. Bazen stok
sayımları da işe yaramaz. Çünkü birçok stok problemi hatalı sayımdan
kaynaklanmaktadır. Bir örneklem alınıp bu tespit edildiğinde, stok sayımı sil
baştan yapılır.
Stok bozukluğu probleminin önüne geçecek sistem bundan 10 yıl önce
geliştirildi aslında. Bu sistemin adı radyo frekanslı kimlik tanıma
(RFID) teknolojisidir. Bu sistemin temeli her ürüne kendi barkod bilgilerini
yayan bir frekans etiketi takılmasından ibarettir. Böylece bu ürünler sürekli
iştima verirler. Yani RFID alıcılarına varlıklarını iletirler. Bu yüzden bu
ürünleri saymanıza gerek yoktur. Sadece sisteme bakmanız yeterlidir. Çünkü
kayıtlı stok ile fiziki stok %100 aynıdır. Bir depoya RFID etiketli ürün
girerken "girdiğini", depodan çıkarken “çıktığını” sisteme belirtir.
Sevkiyatçılar da hazırladıkları malları çok dikkatli saymalarına ve kontrol
etmelerine gerek yoktur. Çünkü elleçleme alanına getirdikleri mallar, kendilerini
otomatikman sisteme tanıtırlar. Böylece hem doğru mal hazırlamak hızlanır hem
de irsaliye otomatikman ve doğru olarak kesilir. Aynı şekilde depodan mağazaya
gelen ürünler de kendilerini otomatikman bilgisayara tanıtırlar. Mağaza
müdürüne düşen görev sadece irsaliye ile ekrandaki bilgiyi karşılaştırmaktır.
Gelen malı saymasına ve kontrol etmesine gerek yoktur. Doğru frekans etiketleri
üretim aşamasında ürünlere takıldıysa RFID sisteminde stok sayımına gerek
yoktur ve mal sahibi mallarının kontrol altında olduğundan emindir.
Yalnız RFID sistemi çok pahalı bir sistemdir. Bu yüzden Avrupa’da dahi
çok az firma tarafından kullanılmaktadır. Oysaki tüm firmaların bu sisteme çok
ihtiyacı var. Çünkü hemen hemen her firma stok bozukluğundan dertlidir. RFID sistemini
veya bir benzerini daha ucuza arz edecek bir teknoloji firması inanılmaz
cirolara ve karlılığa imza atacağı kesindir. ERP firmalarının bu konuya neden
eğilmediklerini anlamıyorum. ERP programlarının en büyük görevi stok
hareketlerini kayıt altına almaktır. Yani firma sahibine her hangi bir anda
nerede ne kadar ürünü olduğunu bilgisayardan gösterebilmeyi vaad eder ERP
programı. Kayıtlı stok ile fiziki stokun örtüşmediğini en iyi ERP firmaları
bilir. Umarım yerli bir ERP firması bu konuya eğilir ve ekonomik bir teknoloji
geliştirerek dünyadaki stok tutarsızlığı problemine çözüm bulur. Bunu yapabilen
firma kısa sürede Türkiye’nin en büyük firması olur.
15 Ekim 2012 Pazartesi
Kadın-Erkek eşitliği açsından Biscolata reklamları
Erkek egemen bir
dünyada yaşadığımız bir gerçek. Son 50 yılda kadınların hayattaki rolü artsa
da, eşitlik anlamında epey bir yol alınsa da hala erkek zihniyetinin ve bakış açısının
hakim olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bunu değişebilmesi için de kadınların bakış
açısından ve kadınlar tarafından üretilen fikirlere ihtiyacımız var.
En metroseksüel
erkeklerin çalıştığı iş kolu olan reklamcılıkta bile erkek egemen bir anlayış
var. Reklamların çoğunda kadın cinselliği kullanılması bunun apaçık
göstergesiydi. Öyle ki, kadınlara dahi bir ürün satarken kadın cinselliği
kullanılıyordu. Nihayet bir marka bu bakış açısını kırdı.
Hedef kitle
olarak kadınları seçen ve seksi erkekleri konu mankeni yaptığı reklamlarla
kadın tüketicilere ulaşmaya çalışan Biscolata’nın reklamcılıkta yeni bir akım başlattığını
düşünüyorum. Erkek tüketicileri ikna etmek için kadınlar obje olarak
kullanılabiliyorsa, pekâlâ kadın tüketicileri ikna etmek için erkekler obje olarak kullanılabilir. Bu kadar basit bir akıl yürütmenin reklamcıların aklına 100 yıl
sonra gelmesi ise düşündürücü.
Erkeklerin 4 eş
edinebileceğini düşünen sapıkların tekrar tarih sahnesine çıktığı bir dönemde
kadınların da 4 eş edinebileceğini iddia edebilecek (dişe diş, göze göz) gözü
kara kadınlara cesaret verecek bir reklam Biscolata. Şaka bir yana toplum
tarafından baskılanan, hayal güçleri, fantezileri ve arzuları ellerinden alınan
kadınların 100 yıldır verdikleri eşitlik mücadelesine çok büyük bir katkı
yaptığını düşünüyorum Biscolata’nın. Konumlandırmayı hazırlayanlara, marka
sahiplerine ve reklam ajansına helal olsun.
1 Ekim 2012 Pazartesi
HSBC’nin ATM arayüzü tam bir felaket
HSBC bankasında
hesabınız veya bu bankadan kredi kartınız var mı? Bu bankanın ATM (para çekme
makinası) noktalarında işlem yaptınız mı? O zaman siz ne yazacağımı
anlamışsınızdır. Bildiğiniz gibi HSBC uluslararası bir banka. Dolayısıyla
uluslararası tecrübeden gelen “user friendly” anlayışı olan ve müşterilerin
memnuniyetini gözeten bir banka olması beklenir, değil mi? Ama maalesef öyle
değil. Herhangi bir HSBC ATM’inden işlem yapmaya kalkarsanız çuvallarsınız.
Öncelikle son derece kötü bir ekran tasarımı var. Hatta bir tasarımdan bile
bahsetmek mümkün değil. Sadece tipografiden oluşan yönlendirmeler o kadar kötü
açıklamalar içeriyor ki nereye tıklamanız gerektiğini çözmek zor. Hiç kullanıcı
dostu değil. Zevksiz. Dolayısıyla para yatırmak gibi çok kolay bir işlemi bile
ya uzun dakikalar sonucunda başarıyorsunuz, ya da yetersiz yönlendirmeler
yüzünden para yatıramadan ve lanet okuyarak ATM’den uzaklaşıyorsunuz. İlkokulda
okuyan bir çocuğun bile daha açıklayıcı, daha kolay kullanımlı ve daha estetik
bir ekran tasarımı yapacağına eminim. Garanti Bankası’nın ATM ara yüzlerine 10
puan verecek olursam, HSBC’nin ATM arayüzüne -1 bile vermem. “Think global, act
local” sloganını misyon edinmiş HSBC, Türkiye’yi dördüncü sınıf bir ülke
zannettiği için mi böyle bir ekran ara yüzüyle 10 yıldır idare ediyor, merak
ettim doğrusu.
15 Eylül 2012 Cumartesi
Üç boyutlu yazıcılar yeni bir çağ başlatabilir mi?
Bundan 8-9 sene
evvel bir belgeselde görmüştüm ilk 3 boyutlu yazıcıyı. Daha doğrusu futuristik
teknolojilere dair bir belgeselde izlemiştim. Bilgisayarda endüstriyel tasarımı
bulunan her nesneyi, içinde her türlü atomu barındıran bir sıvı olan bir kaptan
çıkarabilecektiniz. Bu üç boyutlu yazıcıya dair animasyon da mükemmeldi. Aynı
belgeselde ışınlama makinesi de ele alınmıştı. Çok etkilenmeme rağmen 3 boyutlu
yazıcının 50 yıldan önce gündemimize gelmesini beklemiyordum.
4-5 yıl önce ise
kendi gözlerimle üç boyutlu bir yazıcı gördüm. Belgeselde bahsedilen yazıcının
en ilkel versiyonuydu ama oldukça etkiliydi. Ambalaj tasarımları konusunda
uzmanlaşan Paristanbul ajansı, tasarladıkları her ambalajı 1-2 saat içinde elle
tutulur bir nesneye dönüştüren 3 boyutlu yazıcı almışlardı. Mum benzeri hammaddeyi
yazıcının iğnesi katman katman püskürterek nesneyi oluşturuyordu. O gün, hem gelecekte
3 boyutlu yazıcıların tasarımcıyla tüketici arasındaki tek aracı olacağına, hem
de çok kısa sürede günlük hayatımıza gireceğine inandım.
Son bir yılda 3
boyutlu yazıcılar üzerine daha fazla belgesel izledim ve yazı okudum. 3 boyutlu
yazıcıların hayatımıza giriş sesleriydi bunlar. Son geliştirilen yazıcılarda genelde
hammadde olarak toz kullanılıyordu. Plastik, silikon, kum ve/veya metal tozları
kullanılarak inanılmaz kalitede ve işlevsel nesneler yazıcıdan alınabiliyordu. Bu
yazıcılar sayesinde yapabileceklerinizin sınırı neredeyse yoktu. Sanırım 3
boyutlu yazıcılar yeni bir çağ başlatacak.
Üç boyutlu
yazıcıların geleceğini siz de kestirebiliyor musunuz? İleride ihtiyaç
duyduğumuz şeyleri e-ticaret sitelerinden değil, tasarımcısından alacağız.
İnternet üzerinden ödeme yaptığımızda nesnenin endüstriyel teknik çizimi bizim
bilgisayarımıza gelecek, biz de yazıcılar kısmında 3 boyutlu yazıcıyı seçeceğiz
ve nesne elimizde olacak. Bu ne demek biliyor musunuz? Yeryüzündeki tüm üretim
fabrikalarının kapanması demek. Montaj hatları açık kalabilir belki ama diğer
üretim hatları kapanacak demektir. Yazıcı için hammadde tozu veya sıvısı
üretecek fabrikalar geleceğin yıldızı olacaktır.
·
Bugün olduğu gibi yazıcı makinesi ucuz, kartuşu (yani
hammadde tozu veya sıvısı) pahalı olacaktır.
·
Şirketler 3 boyutlu yazıcıları mutlaka gündemlerine
almaları gerekir. 3 boyutlu yazıcı otomasyon ve robot teknolojisinden daha
büyük bir rekabet avantajı sağlayacaktır.
·
Üç boyutlu yazıcılar mutfağa da girecektir. Tarifi
gönderdiğimiz yazıcı bize çok lezzetli yemekler hazırlayacaktır.
Üç boyutlu yazıcılardan
istenen verimin alınabilmesi için bir 30 yıla daha ihtiyaç var bence. Ama bu
süre içerisinde üç boyutlu yazıcı teknolojisi sürekli gelişecek ve
hayatımızdaki yeri gitgide artacak. Bu teknolojiyi takip etmenizi şiddetle
öneririm.
1 Eylül 2012 Cumartesi
ERP programlarından anlamayan danışman dinozordur
Bildiğiniz gibi
şirketler çeşitli alanlarda danışmanlık almaktadırlar. Ben de bir pazarlama ve
marka danışmanı olarak gittiğim firmalarda farklı alanlarda danışmanlık hizmeti
veren danışmanlarla karşılaşıyorum. Bazıları finans alanında, bazıları muhasebe
alanında, bazıları iş güvenliği alanında, bazıları lojistik alanında, bazıları
üretim alanında, bazıları belgelendirme (ISO 9000 gibi) alanında danışmanlık
hizmeti veriyor. Karşılaştığım bu danışmanlar gerçekten konularının uzmanı ve
etkili danışmanlık hizmeti veriyorlar. Ama yaşları 45’in üzerindeki bu
danışmanların ERP (kurumsal kaynak planlama) programlarına çok uzak olduklarını
görüyorum. Hatta hizmet verdikleri firmanın ERP programı var mı yok mu,
bilmiyorlar dahi. Bu programdan veri çekmeyi akıllarına dahi getirmiyorlar.
Özellikle
belgelendirme alanında çalışan danışmanların ERP programlarından bihaber
olmaları büyük handikap. Çünkü günümüzde her türlü yönetim sisteminin temelinde
artık ERP programı yatıyor. Ben danışmanlık vereceğim firmaya, eğer yoksa önce
ERP programı aldırıyorum. Bana göre; temel performans kriterleri üzerinden
ölçerek bir şirketi yönetmek için ERP şart. Alanında uzman olan bu danışmanların
dinazorlaşmaması için bir an önce ERP programları konusunda kendilerini
eğitmeleri ve geliştirmeleri gerekir.
Ne de olsa bilmemek
değil, öğrenmemek ayıp. Yerli ERP firmalarımızın çok başarılı ve ücretsiz ERP
eğitimleri mevcut, dinazorlar bunlara gidebilirler. (Yerli ERP firmalarından
bazıları: Mikro, Logo, Netsis, Nebim, Likya, Bilsan, Eta, Link, UyumSoft,
AkınSoft, …)
15 Ağustos 2012 Çarşamba
Tavuğa itibarını kim kazandıracak?
Kuş gribi,
hormon, antibiyotik, GDO’lu yemler gibi söylentiler yüzünden insanlar tavuk
yemekten çekinir oldular. Bir de soframıza gelen tavuğun yetiştirilme biçimi
insanların canını sıkıyor. Yumurtadan çıktıktan sonra 45 günde kesilmeleri, çok
sıkışık kapalı ortamlarda (metrekareye 10 piliç sığdırarak) ve hiç dışarı
çıkarılmadan büyütülmeleri, çabuk kilo alsınlar diye önlerine sürekli yem konması,
tokluk hissi olmayan tavukların gece de yemeye devam etmesi için ışıkların sürekli
açık tutulması, sadece kilo almalarına yarayacak yemlerle beslenmeleri, tavuk sakatatlarından
yapılan kıymanın verilmesi, 45 gün boyunca tıka basa yiyen ve 2,5 kiloya ulaşan
tavukların obezlikten yürüyememesi ve çöküp kalması, kemik gelişimini
sağlayamadan kilo aldığı için vücudunda kırıklar oluşması gibi nedenler,
insanları bırakın piliç etinden uzaklaşmayı vejetaryen bile yapabilir.
Kırmız etten daha
sağlıklı ve ekonomik olan beyaz etin sofralarda hak ettiği yeri bulması için
tüketicinin aklındaki ve üretimdeki olumsuzluklar giderilmelidir. Piliç etinin itibar kaybetmesine neden olan olumsuzlukları
cesurca ele alıp, gideren bir markanın fiyatını artırmasına rağmen pazar lideri
olacağına inanıyorum.
Açıkta ve
markasız tavuk satmak yasak olduğu için Türkiye’de 30’a yakın piliç eti
üreticisi var. Bunlardan biri çıksa ve aşağıdaki söylese siz de o markayı
tüketmez misiniz?
·
Piliçlerimizi metrekareye 2 tavuk düşecek kapalı mekanlarda
barındırıyoruz. Tüm piliçlerimiz her gün 6 saat gün yüzü görmeleri ve gezinmeleri
için açık havaya çıkarılır.
·
Piliçlerimizi 60 günden önce kesmeyiz.
·
Piliçlerimizin dengeli ve doğal beslenmesine önem veririz.
Bu yüzden piliçlerimiz obez değildir. Tek tip karma yemlerle değil, mısır, buğday,
arpa, çavdar, yulaf, soya, bulgur, kekik, keçi boynuzu, ada çayı, defne, kuru
meyve gibi lezzet ve sıhhat verici yemlerle dönüşümlü besleriz. Hızlı
büyüsünler diye hormon veya GDO’lu yem vermeyiz. Tavuk sakatatlarından yapılan
kıyma tozu içeren yem vermeyiz. Sağlıklı beslenen piliçlerimiz 60 günde ancak 2
kiloya ulaşabilmektedirler.
·
Hastalanan tavukları iyileştirmek için ilaç veya antibiyotik
verdiysek, bu tavuklar kesilme zamanına gelseler dahi iyileşmelerini bekler ve
antibiyotiği kestikten en az 10 gün sonra kesimhaneye göndeririz. Bu süre
zarfında da tavuk vücudundaki antibiyotik ve diğer ilaçları atmış olur.
Piliç etini
yukarıdaki gibi üreten bir markanın kg fiyatı diğer üreticilere göre 2 veya 3
kat olacaktır. Lezzetli ve sağlıklı
piliç eti yemek için bu fiyatı ödeyecek tüketici sayısı hiç de azımsanmayacak miktardadır
bence.
Karsızlıkla
kıvranan piliç eti markalarımız arasından sıyrılmanın, farklılaşmanın ve karlı
çalışmaya başlamanın yolu budur bence. Ben tüyoyu verdim, bakalım bunu deneyecek
bir marka çıkacak mı?
1 Ağustos 2012 Çarşamba
Marmaris Büfe’nin sadece tadı değil adı da aklıma takıldı
Marmaris
Büfe’lerden atıştırmışsınızdır muhakkak. Çünkü epey yaygınlar. Çok güzel
tostları var. Tavsiye ederim. Yalnız girdiğiniz Marmaris Büfe’lerinin
birbirinden farklı olmaları dikkatinizden kaçmamıştır. Bunun sebebi piyasada
birden fazla Marmaris Büfe adını kullanan fast-food zincirin var olması.
Bunlardan biri (ünlü iş adamı Hikmet
Tanrıverdi’ye ait olanı) Temmuz ayında borsaya açıldı. Yıllık 9 milyon cirosu,
yaklaşık 400 bin TL karı olan Etiler Marmaris Büfe %33’ünü yaklaşık 7 milyon
TL’den borsaya açtı.
İnternette
yaptığım araştırmaya göre Marmaris Büfe adını kullanan ve zincirleşen 3-4 firmanın
toplam yaklaşık 300 tane şubesi var. Bu firmalar marka hakkı konusunda
aralarında nasıl anlaştılar veya mahkemelikler mi bilmiyorum. Yalnız bu durumun
ileride çok can sıkacağına eminim.
Yalnız Marmaris
Büfe’lerin isim hakkı konusuna Marmarislilerin de müdahil olduğunu görürseniz
şaşırmayın. Çünkü bu isim üzerinde onların da hakkı var bence. Yer ismi
kullanan her markanın o yerin belediyesine isim hakkı bedeli ödemesi gerekir
diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz?
15 Temmuz 2012 Pazar
Asıl marifet legal çalışarak sürdürülebilir büyüme yakalamak
Günümüzde birçok firma; satışlarının bir
kısmını faturasız yapıyor, daha az vergi ve kdv ödemek için naylon fatura temin
ediyor, maliyetleri kısmak için sigortasız işçi çalıştırıyor, çalışanlarına
verdiği net maaşların altında bildirim yaparak daha az SGK ödemeleri yapıyor, satıcılarına
verdiği primleri kayıt dışı tutuyor, türlü muhasebe oyunlarıyla resmi ödemelerini
azaltma yoluna gidiyor. Maalesef.
Doğru fizibilite, doğru fiyatlama, verimli
çalışma, kurumsallaşma, markalaşma gibi konularda çaba harcamadıkları için
yeterince kar elde edemeyen (hatta zarar eden) bu patronlar, devlete
ödeyecekleri paradan çalarak zararlarını azaltmaya veya karlarını maksimize
etmeye çalışıyorlar. Özellikle KOBİ’lerimizin %90’ı bu bahsettiğim yollardan en
az birine başvurarak hayatta kalıyor. E, tabi kafa kurnazlığa çalışınca da; kar
üreten, sürdürülebilir büyüme yakalayan bir işletme haline gelmek mümkün
olmuyor.
Şirketleriyle ve zenginlikleriyle övünen iş
adamlarının çoğu maalesef yukarıda bahsettiğim gibi devleti kandırarak (siz
milleti dolandırarak da diyebilirsiniz) bulundukları seviyeye gelmiş
durumdalar. Bu patronlar hiçbir zaman “legal” çalıştıklarında başarılı olup olamayacaklarını
bilemeyecekler.
Sayıları az olan ama legal çalışan iş
adamları ise “gerçek” başarılarının tadını çıkarıyor. Legal çalışarak da
sürdürülebilir büyüme yakalanabileceğini gösteriyorlar. Bazılarını tanıma
şansına eriştim. Şirketleri, çalışanları ve kendileri çok huzurlu. Tedarikçileri
de müşterileri de onlara iyi davranıyor. Telaş yapmadan rekabetle baş
edebiliyorlar.
Legal çalışmadan ayakta kalan ve sermaye
biriktirebilmiş patronlara “bir süreliğine de olsa” legal çalışarak başarıyı
yakalamaya çalışmalarını öneriyorum. İş hayatlarından çok daha fazla keyif
alacaklarını ve daha huzurlu uyuyacaklarını garanti edebilirim.
Not: Yukarıdaki önerim;
ürünlerinde insan sağlığına zararlı malzeme kullanan, iş kanunlarının
gerektirdiği önlemleri almadan insanları çalıştıran, tedarikçilerini ve
müşterilerini suiistimal eden, rüşvetler vererek rakiplerini alt etmeye çalışan,
siyasilerle iş bitiren patronlar için değil. O aşağılıklar içinde bulundukları
bok çukurundan gayet memnundurlar ve legal/etik çalışmayı enayilik görürler. Onları
kendi pisliklerinin içinde boğulmaya bırakmak en iyisi.
1 Temmuz 2012 Pazar
Aracınıza Petlas takar mısınız?
Oturmuş pazarlara
girmek zordur. Hele marka farkındalığının kökleştiği pazarlar daha da zordur.
Lastik sektörü de bunlardan biri. Dünya devleri neredeyse tüm köşeleri kapmış
durumda. Yerlilerden bir tek erken kalkmış olan Lassa yol almış. Bu pazara yeni
bir yerlinin girmesi ve tutunması çok zor diye düşünüyordum ki, Petlas çıktı
geldi.
Devlet
kuruluşuyken, özelleştirilen, ilk sahibinin (Kombassan) elinde canlanamayan bu
marka yeni sahibi (Abdülkadir Özcan A.Ş.) ile çıkışta sanırım. Petlas’ın “Yeni
Şehir Efsanesi” sloganıyla başlattığı reklam çalışmalarının marka değerlerine
katkıda bulunacağına inanıyorum. Prodüksiyon olarak başarılı olmasa da reklamın
stratejisi ve mesajı hedef kitleleri kavrıyor bence. “Her reklam reklamvereni
kadar iyidir” diye bir iş sözü vardır reklamcılık camiasında. Ben de iyi reklam
görünce reklamverenin şirketini doğru yönettiğini düşünürüm. Umarım bu reklam
illüzyon değildir, vizyondur. Lassa ile birlikte Petlas’ın da dünya markası
olmasını isterim doğrusu. Yolları açık olsun.
Sözün kısası
lastik değiştirme zamanım geldiğinde Petlas da alternatiflerimin arasına girmiş
durumda. Reklam ajansını ve reklamvereni kutlarım.
1 Haziran 2012 Cuma
Hürriyet markadan (cepten) yiyor
Marka değerinin,
markalaşmanın ne kadar önemli olduğunu Hürriyet gazetesi ispat ediyor. Bence
Hürriyet gazetesi tirajını marka değerine borçlu. Çünkü Hürriyet’in, aldığı
tiraj kadar iyi bir gazete sunmadığını düşünüyorum. Etrafımdaki gazete okuru
dostlarım da bu fikrime katılıyor. Doyurucu bir gazete olmamasına rağmen
tirajda da, reklam toplamada da hala basının lider gazetesi Hürriyet’tir. Bunu
zamanında oluşturduğu marka değerine borçlu olduğunu iddia ediyorum.
Son yıllarda ne
zaman Hürriyet alsam paramın karşılığını alamadığımı düşünüyorum. Bir lokmada okunan
bir gazete oldu Hürriyet. İçine gömülemiyorsun. Derinlikli değil, yüzeysel.
Haber konusunda yetersiz. Gündeme ışık tutma konusunda yetersiz. Gündeme
getirme konusunda yetersiz. Fikri takip etme konusunda yetersiz. Magazin’i
takip etme konusunda yetersiz. Eskisi gibi güçlü yazarları da yok. Yılmaz Özdil
ve Ahmet Hakan ile idare ediyorlar. Biraz Ertuğrul Özkök, biraz da Ayşe Arman.
Sadece ilanlar açısından dolu Hürriyet.
1 Mayıs 2012 Salı
Mağaza sayısı artıyor, kiralar düşmüyor
Türkiye’de
mağazaların kiraları inanılmaz yüksek. Yüz metrekarelik mağazalar için 20 bin
TL kira isteniyor. Bu yüksek kiralara rağmen mağazalar kar edebiliyorsa ne ala…
Yeni alışveriş merkezlerinde ve yeni yerleşim yerlerinde binlerce mağaza arz
ediliyor. Her yerde AVM açılıyor, her yeni binanın altına mutlaka mağaza
konduruluyor, buna rağmen mağaza kiraları düşmüyor. Bu işte bir terslik var.
Ben mağazacıların
dükkan sahibine çalıştıklarını, kira ödemekten eve aş götüremediklerini
düşünüyorum. Görüştüğüm esnaflar ve zincir mağaza sahipleri de kiralardan
yakınıyor zaten. Nitekim yeni açılmış bir çok mağazanın ömrü 1 yılı geçmiyor,
ya kapanıyor, ya da devir oluyor. Çünkü iyi ciro yapmalarına rağmen kirayı
çıkaracak kadar kazanamıyor mağazacılar.
Fiyat rekabeti
yüzünden kar marjları git gide eriyen markaların bu kiralara dayanması
imkânsız. Zaten batan birçok zincir mağaza cahil cesaretiyle yüksek kiralı
mağazalar tuttukları için iflas ettiler.
Yüksek kiraları
görüp mağaza üreten “rant yatırımcıları” da amma inatçılar. Ürettikleri
mağazalar 3-4 yıldır boş olmasına rağmen kira düzeyini düşürmemekte kararlılar.
Bu durum ev ve iş yeri fiyatları ve kiraları için de geçerli.
Ben bu kira balonunun
yakında patlayacağına inanıyorum. Zaten uzun zamandır yabancı ekonomistler
Türkiye’de şişirilmiş emlak piyasasının çökmesinden kaynaklı bir kriz olacağını
düşünüyorlar. Anlayacağınız emlak piyasası tam bir spekülasyon alanı. Fiyat
sanki arz ve taleple değil de, illüzyonla oluşuyor. Neyse bu kadar arz
sonrasında gelecekte daha insaflı kira düzeyleri olur da, mağazacılar düzgün
kar eder umarım.
Not: Bu arada
bazı AVM’lerin ekonomik kriz dönemlerinde sabit kira yerine cirodan pay alarak
mağazacıları rahatlattıklarını biliyorum. Aslında bu uygulama sürekli olmalı.
1 Nisan 2012 Pazar
Tekstilciler neden batıyor?
Dünyaca ünlü
giyim markalarına fason üretim yapan BN Tekstil kendi markası Kische’yi
yarattıktan sonra hızla battı. BN Tekstil gibi dünya markalarına fason üretimle
zenginleşen birçok tekstil ve hazır giyim firmamız aynı sonla tarih
oldular.
Tecrübelerime ve
incelemelerime göre birbirinin kopyası olan bu batışların sebepleri bence
şunlar;
·
Oturdukları yerden fason siparişleri alan, ucuz ve
kayıt dışı işçi gücüyle kolay para kazanan iş adamları başarılı olduklarını ve
başarının ardında yatan yeteneğin de kendileri olduklarını zannettiler.
·
Para kazanırken kendilerini geliştirmeye ve
firmalarını kurumsallaştırmaya odaklanmadılar.
·
Kolay para kazandıkları için kolay (görgüsüzce)
harcadılar. Elde ettikleri şaşalı karları yatırıma dönüştürmektense kişisel
servete ve sefaya dönüştürmeyi tercih ettiler.
·
“Fason üretip bu kadar zenginleşiyorsak, kendi
markamızı yaratıp mağazalaşarak daha da zenginleşebiliriz” düşüncesiyle fason
üretimdeki başarının marka yaratma ve mağazalaşmada yeterli olacağını
öngördüler. Ve fena halde yanıldılar.
·
Yeni zenginleşen sonradan görme tüm iş adamları
gibi, (belki de kendilerini sosyeteye kabul ettirmek için) akıllarına ilk gelen
“lüks marka yaratmak” ve “zenginlere satmak” oldu. En doygun pazarın ve en az
tüketicinin bulunduğu bu segmente girmenin ne kadar riskli olduğunu
gördüklerinde de borç gırtlağa dayanmıştı.
Birçok fason
hazır giyim üreticisi firmamız batmasına rağmen, Türkiye’nin hazır giyim
ihracatı azalmıyor, artıyor. Çünkü kendini bilen ve geliştirmeye çalışan iş
adamları, yeni yatırımlarıyla hala sürdürülebilir büyüme ve karlılık
yakalayabiliyor.
1 Mart 2012 Perşembe
Marshall’ın yeni logosu harika
Yılların boya
markası Marshall logo yenileyenler kervanına katıldı. Marshall’ın yeni
logosuyla bayi tabelalarında tanınıştım. Tabelada son derece güzel duran bu
yeni logoyu tasarlayanları tebrik ederim. Sloganı (let’s colour) da harika
olmuş.
Karşılaştırabilmeniz
için aşağıda eski ve yeni logoyu görebilirsiniz.
AkzoNobel’e satıldıktan sonra Marshall uluslararası bir firma olduğu için logonun da yabancı bir markalama ajansı (branding agency) tarafından yapıldığını düşünüyorum (umarım yanılıyorumdur). Türkiye’de firmalar logolarını reklam ajanslarına yaptırır genellikle. Batı dünyasında ise logo ve marka kimlik tasarımları reklam ajanslarından ziyade markalama ajanslarına yaptırılıyor. Gelişmiş ülkelerde markalamanın ayrı bir uzmanlık dalı olduğu biliniyor ve reklam ajansına değil, branding ajansına sipariş veriliyor. Türkiye’de ise logo bırakın reklam ajansını, matbaalara yaptırılıyor. Hal böyle olunca da “Türkiye’den dünya markası çıkarmak” güç oluyor.
1 Şubat 2012 Çarşamba
No Plus
Bir markaya alt
marka açmak istendiğinde akla gelen ilk isim “Plus” oluyor. Neredeyse her
markanın Plus takılı bir alt markası var.
· Bonus Plus Card
· CarrefourSA Plus Card
· Digiturk Plus
· Pegasus Plus
· Vestel Smart Plus
· African Mango Plus
Google’a “plus”
yazarsanız içinde “plus” geçen daha fazla yerli marka bulursunuz. (İyi ki
varsın “plus”. Sen olmasaydın marka yöneticileri ve reklamcılar ne yapardı?)
Marka veya model
ismi bulmakta zorlananlar "plus"lıyor. Alt marka ismi koymak bu kadar
kolay olmamalı. Üstelik markayı da ucuzlatıyor. "Bilmemne Plus" adında ismi koymayın
markanıza artık. Plus bayatladı. Saksıyı azıcık çalıştırırsanız gayet güzel
isimler bulabilirsiniz.
Diyeceksiniz ki, Google
Plus da var. Haklısınız. Kabızlık sadece biz Türklere özel değil.
1 Ocak 2012 Pazar
AVM sayısı hala yetersiz
Son 10 yıldır AVM
sahipleri ve işleticileri hemen her gün “bu kadar AVM Türkiye’ye fazla” deyip
durdular. Ne oldu? Her yıl ortalama 30 AVM açıldı. Hepsini dolduracak marka da
müşteri de var. Şu anda 350 civarında AVM var Türkiye’de ve hala hepsi dolup
taşıyor. Boş olanlar ise ya mimarisi kötü, ya etrafında daha güzel AVM’ler var,
ya işletme yöntemleri kötü, ya da kiralama politikaları berbat. İstisnalar
kaideyi bozmaz. Türkiye’nin daha çok AVM’ye ihtiyacı var. AVM’ler ilçelere
kadar girmek zorunda. Nüfusu 50 binin üzerindeki her bölgenin en az bir AVM si
olmalıdır. Şu anda Avrupa’da kişi başına düşen AVM metrekaresi Türkye’nin 2
katı.
Müşteri çekmek
için daha iyi konumlandırılmış ve planlanmış AVM’ler inşaa edilmesi gerekiyor.
Bundan sonra açılacak AVM’ler daha güzel olacak, sosyal alanları daha fazla
olacak, daha yeni markalar yer alacak, daha eğlenceli aktiviteler olacak. Bu da
tüketicilere yarayacak.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)