15 Aralık 2012 Cumartesi

En Basit Prim Sistemi


http://muratsaylan.blogspot.com/2012/05/prim-sistemi-nasl-olmal.html linkindeki yazım sonrasında firmalar satış ekipleri için çok basit bir prim sistemi önermemi istiyorlar. Anlatılması da, anlaşılması da kolay olsun diyorlar. Bu yazımda çok basit bir prim sistemi önereceğim, ama bazı bilgileri de vermeden edemeyeceğim. Öncelikle, rakipte var diye veya personel istiyor diye prim sistemi uygulamayın derim. Koyduğunuz hedefleri gerçekleştirmek için prim sistemi uygulayın. Hedeften her satışçıya bir pay mutlaka düşmeli. Yani satışçınızın ay ay hedefi olsun. Bu hedefleri de isterseniz müşteri gruplarında veya bölge bazında veya ürün gruplarında ayrıştırabilirsiniz. Sonra da satışçılarınıza şu basit prim sistemini açıklayın: Hedefinizi tutturduğunuz her ay satış cironuzun %1’i kadar primi ay sonunda maaşınızla birlikte alacaksınız. Hedefinizi tutturamadığınız aylarda prim alamayacaksınız ama yıllık hedefinizi tutturursanız, prim almadığınız aylardaki cirolarınızın %1’ini de yıl sonunda vereceğiz. Bu kadar basit bir prim sistemi sayesinde her satışçıyı yıllık hedefine kilitleyebilir ve böylece firma hedefinin gerçekleşmesini sağlayabilirsiniz. 

1 Aralık 2012 Cumartesi

2013 yılını kaç firma şimdiden planladı acaba?


Türkiye’de bir çok firma günü yaşıyor. Bir plan dahilinde günü, haftayı, ayı yaşamıyorlar. Patron veya üst düzey yöneticiler sabah akıllarına nasıl bir fikir geldiyse onu uygulamaya kalkıyor. “Seize the day” anlayışıyla da rakipler yakalanamıyor tabii ki. Modern firmalar yıla girmeden önce yıllık pazarlama planlarını yapıyorlar ve yılı planladıkları gibi yaşıyorlar. Üstelik bu planlar günlere kadar indirgenmiş ve bütçeleri de ayrılmış durumda. Hangi günde, hangi haftada, hangi ayda ne yapacaklarını, bu eylemlere ne kadar bütçe ayıracaklarını önceden belirliyorlar. Planlarını sunarken de, nasıl bir geri dönüş hedeflediklerini de vaat olarak sunuyorlar. Yapacaklarını planlayanlar, planladıklarını yapmaya ve böylece vaat ettikleri hedeflere ulaşmaya da çok önem veriyorlar.  Böylece yıl içinde dalgalanma ve sürprizleri en aza indirgeyerek hedeflerine ulaşıyorlar. Buna sadece ciro değil, karlılık da dahil.

Yöneticilerinizden 2013 yılı için plan istemekte geç kalmadınız. İşi ciddiye alırlarsa 2013’te neler yapacaklarını size 15 Aralık’a kadar gün gün verebilirler ve bu plan karşılığında nasıl bir geri dönüş hedeflediklerini de söyleyebilirler. “Yılı şimdiden nasıl yaşayacağımızı nerden bilelim” diyen yöneticilerinizi de derhal kapı önüne koymanızı öneririm. Onlar başka şirketlerde “günü yakalamaya” devam etsinler.   


15 Kasım 2012 Perşembe

Halkla İlişkiler parçalanalı çok oldu

Vatandaştan gelen şikayetlere cevap vermek ve medya aracılığıyla halkı bilgilendirmek amacıyla batı ülkelerinin devlet kurumlarında 1900’lü yılların başlarında kurulan bir birim olarak hayatına başlayan Halkla İlişkiler disiplini zamanla özel şirketlerin de açtığı bir birim ve ajans hizmeti haline geldi. Çünkü iş dünyasının icat ettiği birçok başıboş pazarlama iletişimi uygulaması ister istemez halkla ilişkiler disiplini altında toplandı. Kurumsal iletişim, hissedarlarla iletişim, medyayla iletişim, çalışanlarla iletişim, politikacılarla iletişim zaten en başından beri halkla ilişkilerin sorumluluğundaydı. Buna zamanla kriz iletişimi, lider iletişimi de eklendi.  Şirket balosu, basın toplantısı, bayi toplantısı, tüketici yarışmaları gibi etkinlikler halkla ilişkiler birimine veya halkla ilişkiler ajansına havale edildi. Medya üzerinden sektörün ve rakiplerin takibi, medya mensuplarına birebir tanıtım yapmak, şirket içinde kurumsal kültürü oturtmak, vizyon-misyon bildirgelerini yazmak ve yayınlamak, sosyal paydaşlara dağıtılacak dergi hazırlamak, kurumsallaşma için gerekli belgeleri ve danışmanlıkları belirlemek halkla ilişkilerin olağan görevleri oldu.  Bağışlar, burslar, sosyal paydaşların yararlanacağı binalar, sosyal sorumluluk projeleri, sponsorluk, gibi şirket yardımları da halkla ilişkilere teslim edildi. Şirketlere pazar ve tüketici araştırmaları yaptırtmaya başlatan, ağızdan ağıza pazarlamayı öneren, pazarlama departmanları kurdurtan bir disiplindi halkla ilişkiler. Anlayacağınız halkla ilişkiler faaliyetlerinin içi 100 yıl gibi bir sürede şiştikçe şişti.  Dolayısıyla halkla ilişkiler firmaları ile çalışmak da şirketler için bir zorunluluk haline geldi. “Halkla İlişkiler”, İngilizcesi olan “Public Relations” ve kısaltması “PR” iş dünyasının dilinden düşmeyen kavramlar olmasına rağmen, içeriği aşırı dolan bu disiplinin adı kendine dar gelmeye başladı. Nitekim sektöre ait derneklerden biri kendine “İletişim Danışmanlığı Şirketleri Derneği” dedi. Bu arada halkla ilişkiler disiplininin içine giren birçok konu kendi bağımsızlığını ilan edecek kadar büyüdü ve kendilerine ayrı kulvarlar açtılar. Doğrudan pazarlama, sponsorluk, etkinlik, lobicilik, sosyal medya ajansları buna örnektir. Hatta günümüzde sadece medya iletişimi hizmeti veren ajanslar da mevcuttur. Bence en doğrusu da bu: Halkla ilişkilerin bir alanında uzman olmak ve sadece o hizmeti vermek. Çünkü halkla ilişkilerin tüm alanlarında uzman olabilmek ve her birinde tatmin edici hizmet sunabilmek neredeyse imkansız. Buna rağmen iki kişinin kurduğu ve PR’ın her alanına giren hizmetleri verebildiğini söyleyen ajanslar çıkabiliyor. Bir PR ajansıyla çalışmayı düşünen markalar almak istedikleri hizmeti çok iyi belirlemeli ve bu hizmet konusunda uzman PR şirketi ile çalışmalıdır.  

1 Kasım 2012 Perşembe

Stok tutturma teknolojisi. Hem de hemen şimdi.


Stok sayımları iş hayatının en önemli işlerinden biridir. Firmalar depolarını ve mağazalarını düzenli aralıklarla saymak zorundadırlar. Firmaların en büyük problemi stok tutarsızlığıdır. Kayıtlardaki stok ile fiziki stok bir turlu denkleştirilemiyor.

Genelde yanlış mal kabul ve yanlış sevkiyat yüzünden stoklar bozulur. Yani firmaların mal hareketleri çok çok dikkatli kayda alınmazsa mutlaka stokları bozulur. Çünkü işin içinde insan faktörü vardır ve “beşer şaşar”. Bir depo sorumlusu bir kolinin içine 5 değil de 6 mal koyup gönderir ve irsaliyesini de 5 adet üzerinden keserse stok kayıtlarınız bozulur. Bir mal kabulcünüz bir tedarikçiden gelen malların irsaliyeleriyle hep doğru geldiğini gördükten sonra bu tedarikçiden gelen bir parti malı hiç saymadan kabul ederse ve bu partide tesadüfen irsaliyeden farklı adetlerde mal varsa stok kayıtlarınız yine bozulur. Hırsızlık da stok bozukluğuna yol acar, ama bu stok bozulmalarının %1’ini geçmez genelde.

Birçok firma düzenli stok sayımları yaparak bu problemi en aza indirmeye çalışır. Stok sayımları zahmetli, sıkıcı ve pahalıdır. İş saatlerinde yapılmaması gerektiği için de gece yapılır. Bazı iş kollarında depo veya mağaza bir-kaç günlüğüne kapatılarak stok sayımı yapıldığı da görülür. Bazen stok sayımları da işe yaramaz. Çünkü birçok stok problemi hatalı sayımdan kaynaklanmaktadır. Bir örneklem alınıp bu tespit edildiğinde, stok sayımı sil baştan yapılır.

Stok bozukluğu probleminin önüne geçecek sistem bundan 10 yıl önce geliştirildi aslında. Bu sistemin adı  radyo frekanslı kimlik tanıma (RFID) teknolojisidir. Bu sistemin temeli her ürüne kendi barkod bilgilerini yayan bir frekans etiketi takılmasından ibarettir. Böylece bu ürünler sürekli iştima verirler. Yani RFID alıcılarına varlıklarını iletirler. Bu yüzden bu ürünleri saymanıza gerek yoktur. Sadece sisteme bakmanız yeterlidir. Çünkü kayıtlı stok ile fiziki stok %100 aynıdır. Bir depoya RFID etiketli ürün girerken "girdiğini", depodan çıkarken “çıktığını” sisteme belirtir. Sevkiyatçılar da hazırladıkları malları çok dikkatli saymalarına ve kontrol etmelerine gerek yoktur. Çünkü elleçleme alanına getirdikleri mallar, kendilerini otomatikman sisteme tanıtırlar. Böylece hem doğru mal hazırlamak hızlanır hem de irsaliye otomatikman ve doğru olarak kesilir. Aynı şekilde depodan mağazaya gelen ürünler de kendilerini otomatikman bilgisayara tanıtırlar. Mağaza müdürüne düşen görev sadece irsaliye ile ekrandaki bilgiyi karşılaştırmaktır. Gelen malı saymasına ve kontrol etmesine gerek yoktur. Doğru frekans etiketleri üretim aşamasında ürünlere takıldıysa RFID sisteminde stok sayımına gerek yoktur ve mal sahibi mallarının kontrol altında olduğundan emindir.

Yalnız RFID sistemi çok pahalı bir sistemdir. Bu yüzden Avrupa’da dahi çok az firma tarafından kullanılmaktadır. Oysaki tüm firmaların bu sisteme çok ihtiyacı var. Çünkü hemen hemen her firma stok bozukluğundan dertlidir. RFID sistemini veya bir benzerini daha ucuza arz edecek bir teknoloji firması inanılmaz cirolara ve karlılığa imza atacağı kesindir. ERP firmalarının bu konuya neden eğilmediklerini anlamıyorum. ERP programlarının en büyük görevi stok hareketlerini kayıt altına almaktır. Yani firma sahibine her hangi bir anda nerede ne kadar ürünü olduğunu bilgisayardan gösterebilmeyi vaad eder ERP programı. Kayıtlı stok ile fiziki stokun örtüşmediğini en iyi ERP firmaları bilir. Umarım yerli bir ERP firması bu konuya eğilir ve ekonomik bir teknoloji geliştirerek dünyadaki stok tutarsızlığı problemine çözüm bulur. Bunu yapabilen firma kısa sürede Türkiye’nin en büyük firması olur.



15 Ekim 2012 Pazartesi

Kadın-Erkek eşitliği açsından Biscolata reklamları


Erkek egemen bir dünyada yaşadığımız bir gerçek. Son 50 yılda kadınların hayattaki rolü artsa da, eşitlik anlamında epey bir yol alınsa da hala erkek zihniyetinin ve bakış açısının hakim olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bunu değişebilmesi için de kadınların bakış açısından ve kadınlar tarafından üretilen fikirlere ihtiyacımız var.

En metroseksüel erkeklerin çalıştığı iş kolu olan reklamcılıkta bile erkek egemen bir anlayış var. Reklamların çoğunda kadın cinselliği kullanılması bunun apaçık göstergesiydi. Öyle ki, kadınlara dahi bir ürün satarken kadın cinselliği kullanılıyordu. Nihayet bir marka bu bakış açısını kırdı.

Hedef kitle olarak kadınları seçen ve seksi erkekleri konu mankeni yaptığı reklamlarla kadın tüketicilere ulaşmaya çalışan Biscolata’nın reklamcılıkta yeni bir akım başlattığını düşünüyorum. Erkek tüketicileri ikna etmek için kadınlar obje olarak kullanılabiliyorsa, pekâlâ kadın tüketicileri ikna etmek için erkekler obje olarak kullanılabilir. Bu kadar basit bir akıl yürütmenin reklamcıların aklına 100 yıl sonra gelmesi ise düşündürücü.

Erkeklerin 4 eş edinebileceğini düşünen sapıkların tekrar tarih sahnesine çıktığı bir dönemde kadınların da 4 eş edinebileceğini iddia edebilecek (dişe diş, göze göz) gözü kara kadınlara cesaret verecek bir reklam Biscolata. Şaka bir yana toplum tarafından baskılanan, hayal güçleri, fantezileri ve arzuları ellerinden alınan kadınların 100 yıldır verdikleri eşitlik mücadelesine çok büyük bir katkı yaptığını düşünüyorum Biscolata’nın. Konumlandırmayı hazırlayanlara, marka sahiplerine ve reklam ajansına helal olsun.      

1 Ekim 2012 Pazartesi

HSBC’nin ATM arayüzü tam bir felaket


HSBC bankasında hesabınız veya bu bankadan kredi kartınız var mı? Bu bankanın ATM (para çekme makinası) noktalarında işlem yaptınız mı? O zaman siz ne yazacağımı anlamışsınızdır. Bildiğiniz gibi HSBC uluslararası bir banka. Dolayısıyla uluslararası tecrübeden gelen “user friendly” anlayışı olan ve müşterilerin memnuniyetini gözeten bir banka olması beklenir, değil mi? Ama maalesef öyle değil. Herhangi bir HSBC ATM’inden işlem yapmaya kalkarsanız çuvallarsınız. Öncelikle son derece kötü bir ekran tasarımı var. Hatta bir tasarımdan bile bahsetmek mümkün değil. Sadece tipografiden oluşan yönlendirmeler o kadar kötü açıklamalar içeriyor ki nereye tıklamanız gerektiğini çözmek zor. Hiç kullanıcı dostu değil. Zevksiz. Dolayısıyla para yatırmak gibi çok kolay bir işlemi bile ya uzun dakikalar sonucunda başarıyorsunuz, ya da yetersiz yönlendirmeler yüzünden para yatıramadan ve lanet okuyarak ATM’den uzaklaşıyorsunuz. İlkokulda okuyan bir çocuğun bile daha açıklayıcı, daha kolay kullanımlı ve daha estetik bir ekran tasarımı yapacağına eminim. Garanti Bankası’nın ATM ara yüzlerine 10 puan verecek olursam, HSBC’nin ATM arayüzüne -1 bile vermem. “Think global, act local” sloganını misyon edinmiş HSBC, Türkiye’yi dördüncü sınıf bir ülke zannettiği için mi böyle bir ekran ara yüzüyle 10 yıldır idare ediyor, merak ettim doğrusu. 




15 Eylül 2012 Cumartesi

Üç boyutlu yazıcılar yeni bir çağ başlatabilir mi?


Bundan 8-9 sene evvel bir belgeselde görmüştüm ilk 3 boyutlu yazıcıyı. Daha doğrusu futuristik teknolojilere dair bir belgeselde izlemiştim. Bilgisayarda endüstriyel tasarımı bulunan her nesneyi, içinde her türlü atomu barındıran bir sıvı olan bir kaptan çıkarabilecektiniz. Bu üç boyutlu yazıcıya dair animasyon da mükemmeldi. Aynı belgeselde ışınlama makinesi de ele alınmıştı. Çok etkilenmeme rağmen 3 boyutlu yazıcının 50 yıldan önce gündemimize gelmesini beklemiyordum.

4-5 yıl önce ise kendi gözlerimle üç boyutlu bir yazıcı gördüm. Belgeselde bahsedilen yazıcının en ilkel versiyonuydu ama oldukça etkiliydi. Ambalaj tasarımları konusunda uzmanlaşan Paristanbul ajansı, tasarladıkları her ambalajı 1-2 saat içinde elle tutulur bir nesneye dönüştüren 3 boyutlu yazıcı almışlardı. Mum benzeri hammaddeyi yazıcının iğnesi katman katman püskürterek nesneyi oluşturuyordu. O gün, hem gelecekte 3 boyutlu yazıcıların tasarımcıyla tüketici arasındaki tek aracı olacağına, hem de çok kısa sürede günlük hayatımıza gireceğine inandım.

Son bir yılda 3 boyutlu yazıcılar üzerine daha fazla belgesel izledim ve yazı okudum. 3 boyutlu yazıcıların hayatımıza giriş sesleriydi bunlar. Son geliştirilen yazıcılarda genelde hammadde olarak toz kullanılıyordu. Plastik, silikon, kum ve/veya metal tozları kullanılarak inanılmaz kalitede ve işlevsel nesneler yazıcıdan alınabiliyordu. Bu yazıcılar sayesinde yapabileceklerinizin sınırı neredeyse yoktu. Sanırım 3 boyutlu yazıcılar yeni bir çağ başlatacak.

Üç boyutlu yazıcıların geleceğini siz de kestirebiliyor musunuz? İleride ihtiyaç duyduğumuz şeyleri e-ticaret sitelerinden değil, tasarımcısından alacağız. İnternet üzerinden ödeme yaptığımızda nesnenin endüstriyel teknik çizimi bizim bilgisayarımıza gelecek, biz de yazıcılar kısmında 3 boyutlu yazıcıyı seçeceğiz ve nesne elimizde olacak. Bu ne demek biliyor musunuz? Yeryüzündeki tüm üretim fabrikalarının kapanması demek. Montaj hatları açık kalabilir belki ama diğer üretim hatları kapanacak demektir. Yazıcı için hammadde tozu veya sıvısı üretecek fabrikalar geleceğin yıldızı olacaktır.
·        Bugün olduğu gibi yazıcı makinesi ucuz, kartuşu (yani hammadde tozu veya sıvısı) pahalı olacaktır.
·        Şirketler 3 boyutlu yazıcıları mutlaka gündemlerine almaları gerekir. 3 boyutlu yazıcı otomasyon ve robot teknolojisinden daha büyük bir rekabet avantajı sağlayacaktır.
·        Üç boyutlu yazıcılar mutfağa da girecektir. Tarifi gönderdiğimiz yazıcı bize çok lezzetli yemekler hazırlayacaktır.

Üç boyutlu yazıcılardan istenen verimin alınabilmesi için bir 30 yıla daha ihtiyaç var bence. Ama bu süre içerisinde üç boyutlu yazıcı teknolojisi sürekli gelişecek ve hayatımızdaki yeri gitgide artacak. Bu teknolojiyi takip etmenizi şiddetle öneririm.

1 Eylül 2012 Cumartesi

ERP programlarından anlamayan danışman dinozordur

Bildiğiniz gibi şirketler çeşitli alanlarda danışmanlık almaktadırlar. Ben de bir pazarlama ve marka danışmanı olarak gittiğim firmalarda farklı alanlarda danışmanlık hizmeti veren danışmanlarla karşılaşıyorum. Bazıları finans alanında, bazıları muhasebe alanında, bazıları iş güvenliği alanında, bazıları lojistik alanında, bazıları üretim alanında, bazıları belgelendirme (ISO 9000 gibi) alanında danışmanlık hizmeti veriyor. Karşılaştığım bu danışmanlar gerçekten konularının uzmanı ve etkili danışmanlık hizmeti veriyorlar. Ama yaşları 45’in üzerindeki bu danışmanların ERP (kurumsal kaynak planlama) programlarına çok uzak olduklarını görüyorum. Hatta hizmet verdikleri firmanın ERP programı var mı yok mu, bilmiyorlar dahi. Bu programdan veri çekmeyi akıllarına dahi getirmiyorlar.

Özellikle belgelendirme alanında çalışan danışmanların ERP programlarından bihaber olmaları büyük handikap. Çünkü günümüzde her türlü yönetim sisteminin temelinde artık ERP programı yatıyor. Ben danışmanlık vereceğim firmaya, eğer yoksa önce ERP programı aldırıyorum. Bana göre; temel performans kriterleri üzerinden ölçerek bir şirketi yönetmek için ERP şart. Alanında uzman olan bu danışmanların dinazorlaşmaması için bir an önce ERP programları konusunda kendilerini eğitmeleri ve geliştirmeleri gerekir.

Ne de olsa bilmemek değil, öğrenmemek ayıp. Yerli ERP firmalarımızın çok başarılı ve ücretsiz ERP eğitimleri mevcut, dinazorlar bunlara gidebilirler. (Yerli ERP firmalarından bazıları: Mikro, Logo, Netsis, Nebim, Likya, Bilsan, Eta, Link, UyumSoft, AkınSoft, …)    

Not: ERP programı almadan önce size tavsiye ettiğim tüm firmaları çağırın, dinleyin ve teklif alın. Böylece neden ERP almanız gerektiğini daha iyi kavramış olursunuz. Ayrıca firma yapınıza ve işinize en uygun ERP'yi seçmiş olursunuz. Tabii ERP programı almak yetmiyor. Ona doğru ve zamanında giriş yapmazsanız ERP'den doğru veriler ve analizler alamazsınız.  Doğru giriş yapabilmek için de performans kriterlerinizi ve neleri takip etmek istediklerinizi iyi tanımlamanız gerekir. Bu yüzden ERP almadan 2 ay önce bir bilgi işlemci istihdam etmenizi, ona işinizi çok iyi anlatmanızı ve ERP firmalarıyla yaptığınız görüşmelere onu da dahil etmenizi şiddetle öneririm. ERP programı alacağınız firmayı seçerken önce ful paket teklif alın. Daha sonra işinize yaramayacak modülleri çıkartarak yeni bir teklif alın. Böylece şimdi istemediğiniz modülleri ilerde almak isterseniz ne kadar ödemeniz gerektiğini bilebilirsiniz. Aksi durumda ERP firmanıza mahkum olduğunuz için yeni model satın alımınızda yüksek bir fatura çıkarabilirler önünüze. Aldığınız ERP programını şirketinize uyarlamak için firma bir uzman atayacaktır. Bu uzmana da ziyaret ve saat başına bir ödeme yapacaksınız. Bilgi işlemciniz en başından beri bu uzmanla birlikte çalışırsa, ERP programını şirket içinde kullananların soruları ve sorunlarına müdahale için illa bu uzmana ihtiyaç duymazsınız. Bilgi işlemci istihdam etmeden alınan ERP programları verimli kullanılamadığı gibi, yanlış modellemeler ve girişlerden dolayı başa bela bile olabilmektedir. Kendi beceriksizlikleri yüzünden ERP programından verim alamayan firmaların, sürekli ERP programlarını değiştirdiklerine şahit olmuş biri olarak, yukarıdaki tavsiyelerime kulak vermenizi öneririm.

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Tavuğa itibarını kim kazandıracak?


Kuş gribi, hormon, antibiyotik, GDO’lu yemler gibi söylentiler yüzünden insanlar tavuk yemekten çekinir oldular. Bir de soframıza gelen tavuğun yetiştirilme biçimi insanların canını sıkıyor. Yumurtadan çıktıktan sonra 45 günde kesilmeleri, çok sıkışık kapalı ortamlarda (metrekareye 10 piliç sığdırarak) ve hiç dışarı çıkarılmadan büyütülmeleri, çabuk kilo alsınlar diye önlerine sürekli yem konması, tokluk hissi olmayan tavukların gece de yemeye devam etmesi için ışıkların sürekli açık tutulması, sadece kilo almalarına yarayacak yemlerle beslenmeleri, tavuk sakatatlarından yapılan kıymanın verilmesi, 45 gün boyunca tıka basa yiyen ve 2,5 kiloya ulaşan tavukların obezlikten yürüyememesi ve çöküp kalması, kemik gelişimini sağlayamadan kilo aldığı için vücudunda kırıklar oluşması gibi nedenler, insanları bırakın piliç etinden uzaklaşmayı vejetaryen bile yapabilir.

Kırmız etten daha sağlıklı ve ekonomik olan beyaz etin sofralarda hak ettiği yeri bulması için tüketicinin aklındaki ve üretimdeki olumsuzluklar giderilmelidir.  Piliç etinin itibar kaybetmesine neden olan olumsuzlukları cesurca ele alıp, gideren bir markanın fiyatını artırmasına rağmen pazar lideri olacağına inanıyorum.

Açıkta ve markasız tavuk satmak yasak olduğu için Türkiye’de 30’a yakın piliç eti üreticisi var. Bunlardan biri çıksa ve aşağıdaki söylese siz de o markayı tüketmez misiniz?

·        Piliçlerimizi metrekareye 2 tavuk düşecek kapalı mekanlarda barındırıyoruz. Tüm piliçlerimiz her gün 6 saat gün yüzü görmeleri ve gezinmeleri için açık havaya çıkarılır.
·        Piliçlerimizi 60 günden önce kesmeyiz.
·        Piliçlerimizin dengeli ve doğal beslenmesine önem veririz. Bu yüzden piliçlerimiz obez değildir. Tek tip karma yemlerle değil, mısır, buğday, arpa, çavdar, yulaf, soya, bulgur, kekik, keçi boynuzu, ada çayı, defne, kuru meyve gibi lezzet ve sıhhat verici yemlerle dönüşümlü besleriz. Hızlı büyüsünler diye hormon veya GDO’lu yem vermeyiz. Tavuk sakatatlarından yapılan kıyma tozu içeren yem vermeyiz. Sağlıklı beslenen piliçlerimiz 60 günde ancak 2 kiloya ulaşabilmektedirler.
·        Hastalanan tavukları iyileştirmek için ilaç veya antibiyotik verdiysek, bu tavuklar kesilme zamanına gelseler dahi iyileşmelerini bekler ve antibiyotiği kestikten en az 10 gün sonra kesimhaneye göndeririz. Bu süre zarfında da tavuk vücudundaki antibiyotik ve diğer ilaçları atmış olur.

Piliç etini yukarıdaki gibi üreten bir markanın kg fiyatı diğer üreticilere göre 2 veya 3 kat olacaktır.  Lezzetli ve sağlıklı piliç eti yemek için bu fiyatı ödeyecek tüketici sayısı hiç de azımsanmayacak miktardadır bence.

Karsızlıkla kıvranan piliç eti markalarımız arasından sıyrılmanın, farklılaşmanın ve karlı çalışmaya başlamanın yolu budur bence. Ben tüyoyu verdim, bakalım bunu deneyecek bir marka çıkacak mı? 

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Marmaris Büfe’nin sadece tadı değil adı da aklıma takıldı


Marmaris Büfe’lerden atıştırmışsınızdır muhakkak. Çünkü epey yaygınlar. Çok güzel tostları var. Tavsiye ederim. Yalnız girdiğiniz Marmaris Büfe’lerinin birbirinden farklı olmaları dikkatinizden kaçmamıştır. Bunun sebebi piyasada birden fazla Marmaris Büfe adını kullanan fast-food zincirin var olması. Bunlardan biri  (ünlü iş adamı Hikmet Tanrıverdi’ye ait olanı) Temmuz ayında borsaya açıldı. Yıllık 9 milyon cirosu, yaklaşık 400 bin TL karı olan Etiler Marmaris Büfe %33’ünü yaklaşık 7 milyon TL’den borsaya açtı.

İnternette yaptığım araştırmaya göre Marmaris Büfe adını kullanan ve zincirleşen 3-4 firmanın toplam yaklaşık 300 tane şubesi var. Bu firmalar marka hakkı konusunda aralarında nasıl anlaştılar veya mahkemelikler mi bilmiyorum. Yalnız bu durumun ileride çok can sıkacağına eminim.

Yalnız Marmaris Büfe’lerin isim hakkı konusuna Marmarislilerin de müdahil olduğunu görürseniz şaşırmayın. Çünkü bu isim üzerinde onların da hakkı var bence. Yer ismi kullanan her markanın o yerin belediyesine isim hakkı bedeli ödemesi gerekir diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz? 



15 Temmuz 2012 Pazar

Asıl marifet legal çalışarak sürdürülebilir büyüme yakalamak

Günümüzde birçok firma; satışlarının bir kısmını faturasız yapıyor, daha az vergi ve kdv ödemek için naylon fatura temin ediyor, maliyetleri kısmak için sigortasız işçi çalıştırıyor, çalışanlarına verdiği net maaşların altında bildirim yaparak daha az SGK ödemeleri yapıyor, satıcılarına verdiği primleri kayıt dışı tutuyor, türlü muhasebe oyunlarıyla resmi ödemelerini azaltma yoluna gidiyor. Maalesef.

Doğru fizibilite, doğru fiyatlama, verimli çalışma, kurumsallaşma, markalaşma gibi konularda çaba harcamadıkları için yeterince kar elde edemeyen (hatta zarar eden) bu patronlar, devlete ödeyecekleri paradan çalarak zararlarını azaltmaya veya karlarını maksimize etmeye çalışıyorlar. Özellikle KOBİ’lerimizin %90’ı bu bahsettiğim yollardan en az birine başvurarak hayatta kalıyor. E, tabi kafa kurnazlığa çalışınca da; kar üreten, sürdürülebilir büyüme yakalayan bir işletme haline gelmek mümkün olmuyor.

Şirketleriyle ve zenginlikleriyle övünen iş adamlarının çoğu maalesef yukarıda bahsettiğim gibi devleti kandırarak (siz milleti dolandırarak da diyebilirsiniz) bulundukları seviyeye gelmiş durumdalar. Bu patronlar hiçbir zaman “legal” çalıştıklarında başarılı olup olamayacaklarını bilemeyecekler.  

Sayıları az olan ama legal çalışan iş adamları ise “gerçek” başarılarının tadını çıkarıyor. Legal çalışarak da sürdürülebilir büyüme yakalanabileceğini gösteriyorlar. Bazılarını tanıma şansına eriştim. Şirketleri, çalışanları ve kendileri çok huzurlu. Tedarikçileri de müşterileri de onlara iyi davranıyor. Telaş yapmadan rekabetle baş edebiliyorlar.  

Legal çalışmadan ayakta kalan ve sermaye biriktirebilmiş patronlara “bir süreliğine de olsa” legal çalışarak başarıyı yakalamaya çalışmalarını öneriyorum. İş hayatlarından çok daha fazla keyif alacaklarını ve daha huzurlu uyuyacaklarını garanti edebilirim.


Not: Yukarıdaki önerim; ürünlerinde insan sağlığına zararlı malzeme kullanan, iş kanunlarının gerektirdiği önlemleri almadan insanları çalıştıran, tedarikçilerini ve müşterilerini suiistimal eden, rüşvetler vererek rakiplerini alt etmeye çalışan, siyasilerle iş bitiren patronlar için değil. O aşağılıklar içinde bulundukları bok çukurundan gayet memnundurlar ve legal/etik çalışmayı enayilik görürler. Onları kendi pisliklerinin içinde boğulmaya bırakmak en iyisi. 

1 Temmuz 2012 Pazar

Aracınıza Petlas takar mısınız?


Oturmuş pazarlara girmek zordur. Hele marka farkındalığının kökleştiği pazarlar daha da zordur. Lastik sektörü de bunlardan biri. Dünya devleri neredeyse tüm köşeleri kapmış durumda. Yerlilerden bir tek erken kalkmış olan Lassa yol almış. Bu pazara yeni bir yerlinin girmesi ve tutunması çok zor diye düşünüyordum ki, Petlas çıktı geldi.

Devlet kuruluşuyken, özelleştirilen, ilk sahibinin (Kombassan) elinde canlanamayan bu marka yeni sahibi (Abdülkadir Özcan A.Ş.) ile çıkışta sanırım. Petlas’ın “Yeni Şehir Efsanesi” sloganıyla başlattığı reklam çalışmalarının marka değerlerine katkıda bulunacağına inanıyorum. Prodüksiyon olarak başarılı olmasa da reklamın stratejisi ve mesajı hedef kitleleri kavrıyor bence. “Her reklam reklamvereni kadar iyidir” diye bir iş sözü vardır reklamcılık camiasında. Ben de iyi reklam görünce reklamverenin şirketini doğru yönettiğini düşünürüm. Umarım bu reklam illüzyon değildir, vizyondur. Lassa ile birlikte Petlas’ın da dünya markası olmasını isterim doğrusu. Yolları açık olsun.

Sözün kısası lastik değiştirme zamanım geldiğinde Petlas da alternatiflerimin arasına girmiş durumda. Reklam ajansını ve reklamvereni kutlarım.



1 Haziran 2012 Cuma

Hürriyet markadan (cepten) yiyor


Marka değerinin, markalaşmanın ne kadar önemli olduğunu Hürriyet gazetesi ispat ediyor. Bence Hürriyet gazetesi tirajını marka değerine borçlu. Çünkü Hürriyet’in, aldığı tiraj kadar iyi bir gazete sunmadığını düşünüyorum. Etrafımdaki gazete okuru dostlarım da bu fikrime katılıyor. Doyurucu bir gazete olmamasına rağmen tirajda da, reklam toplamada da hala basının lider gazetesi Hürriyet’tir. Bunu zamanında oluşturduğu marka değerine borçlu olduğunu iddia ediyorum.

Son yıllarda ne zaman Hürriyet alsam paramın karşılığını alamadığımı düşünüyorum. Bir lokmada okunan bir gazete oldu Hürriyet. İçine gömülemiyorsun. Derinlikli değil, yüzeysel. Haber konusunda yetersiz. Gündeme ışık tutma konusunda yetersiz. Gündeme getirme konusunda yetersiz. Fikri takip etme konusunda yetersiz. Magazin’i takip etme konusunda yetersiz. Eskisi gibi güçlü yazarları da yok. Yılmaz Özdil ve Ahmet Hakan ile idare ediyorlar. Biraz Ertuğrul Özkök, biraz da Ayşe Arman. Sadece ilanlar açısından dolu Hürriyet.

Maalesef son 7-8 yıldır iyi gazete çıkarmıyor Hürriyet. Zaten son yıllarda yüz –yüz elli bin traj kaybetti. 550 binlerden 400 binlere düştü tirajı. Böyle olmasına rağmen tirajda hala birinci Hürriyet. Ama cepten (markadan) yemeye devam ederse yakında daha da tiraj kaybedecek. Uyarması bizden. Daha iyi gazete okuma hürriyetimizi geri istiyoruz.


Web sitem: www.muratsaylan.com  
Diğer blog'um: http://muratsaylan.blogspot.com   


1 Mayıs 2012 Salı

Mağaza sayısı artıyor, kiralar düşmüyor


Türkiye’de mağazaların kiraları inanılmaz yüksek. Yüz metrekarelik mağazalar için 20 bin TL kira isteniyor. Bu yüksek kiralara rağmen mağazalar kar edebiliyorsa ne ala… Yeni alışveriş merkezlerinde ve yeni yerleşim yerlerinde binlerce mağaza arz ediliyor. Her yerde AVM açılıyor, her yeni binanın altına mutlaka mağaza konduruluyor, buna rağmen mağaza kiraları düşmüyor. Bu işte bir terslik var.

Ben mağazacıların dükkan sahibine çalıştıklarını, kira ödemekten eve aş götüremediklerini düşünüyorum. Görüştüğüm esnaflar ve zincir mağaza sahipleri de kiralardan yakınıyor zaten. Nitekim yeni açılmış bir çok mağazanın ömrü 1 yılı geçmiyor, ya kapanıyor, ya da devir oluyor. Çünkü iyi ciro yapmalarına rağmen kirayı çıkaracak kadar kazanamıyor mağazacılar. 

Fiyat rekabeti yüzünden kar marjları git gide eriyen markaların bu kiralara dayanması imkânsız. Zaten batan birçok zincir mağaza cahil cesaretiyle yüksek kiralı mağazalar tuttukları için iflas ettiler.

Yüksek kiraları görüp mağaza üreten “rant yatırımcıları” da amma inatçılar. Ürettikleri mağazalar 3-4 yıldır boş olmasına rağmen kira düzeyini düşürmemekte kararlılar. Bu durum ev ve iş yeri fiyatları ve kiraları için de geçerli.

Ben bu kira balonunun yakında patlayacağına inanıyorum. Zaten uzun zamandır yabancı ekonomistler Türkiye’de şişirilmiş emlak piyasasının çökmesinden kaynaklı bir kriz olacağını düşünüyorlar. Anlayacağınız emlak piyasası tam bir spekülasyon alanı. Fiyat sanki arz ve taleple değil de, illüzyonla oluşuyor. Neyse bu kadar arz sonrasında gelecekte daha insaflı kira düzeyleri olur da, mağazacılar düzgün kar eder umarım.

Not: Bu arada bazı AVM’lerin ekonomik kriz dönemlerinde sabit kira yerine cirodan pay alarak mağazacıları rahatlattıklarını biliyorum. Aslında bu uygulama sürekli olmalı.


Web sitem: www.muratsaylan.com  
Diğer blog'um: http://muratsaylan.blogspot.com   

1 Nisan 2012 Pazar

Tekstilciler neden batıyor?


Dünyaca ünlü giyim markalarına fason üretim yapan BN Tekstil kendi markası Kische’yi yarattıktan sonra hızla battı. BN Tekstil gibi dünya markalarına fason üretimle zenginleşen birçok tekstil ve hazır giyim firmamız aynı sonla tarih oldular. 

Tecrübelerime ve incelemelerime göre birbirinin kopyası olan bu batışların sebepleri bence şunlar;
·        Oturdukları yerden fason siparişleri alan, ucuz ve kayıt dışı işçi gücüyle kolay para kazanan iş adamları başarılı olduklarını ve başarının ardında yatan yeteneğin de kendileri olduklarını zannettiler.
·        Para kazanırken kendilerini geliştirmeye ve firmalarını kurumsallaştırmaya odaklanmadılar. 
·        Kolay para kazandıkları için kolay (görgüsüzce) harcadılar. Elde ettikleri şaşalı karları yatırıma dönüştürmektense kişisel servete ve sefaya dönüştürmeyi tercih ettiler.
·        “Fason üretip bu kadar zenginleşiyorsak, kendi markamızı yaratıp mağazalaşarak daha da zenginleşebiliriz” düşüncesiyle fason üretimdeki başarının marka yaratma ve mağazalaşmada yeterli olacağını öngördüler. Ve fena halde yanıldılar.
·        Yeni zenginleşen sonradan görme tüm iş adamları gibi, (belki de kendilerini sosyeteye kabul ettirmek için) akıllarına ilk gelen “lüks marka yaratmak” ve “zenginlere satmak” oldu. En doygun pazarın ve en az tüketicinin bulunduğu bu segmente girmenin ne kadar riskli olduğunu gördüklerinde de borç gırtlağa dayanmıştı.

Birçok fason hazır giyim üreticisi firmamız batmasına rağmen, Türkiye’nin hazır giyim ihracatı azalmıyor, artıyor. Çünkü kendini bilen ve geliştirmeye çalışan iş adamları, yeni yatırımlarıyla hala sürdürülebilir büyüme ve karlılık yakalayabiliyor. 


Web sitem: www.muratsaylan.com  
Diğer blog'um: http://muratsaylan.blogspot.com   

1 Mart 2012 Perşembe

Marshall’ın yeni logosu harika


Yılların boya markası Marshall logo yenileyenler kervanına katıldı. Marshall’ın yeni logosuyla bayi tabelalarında tanınıştım. Tabelada son derece güzel duran bu yeni logoyu tasarlayanları tebrik ederim. Sloganı (let’s colour) da harika olmuş.

Karşılaştırabilmeniz için aşağıda eski ve yeni logoyu görebilirsiniz.
   












AkzoNobel’e satıldıktan sonra Marshall uluslararası bir firma olduğu için logonun da yabancı bir markalama ajansı (branding agency) tarafından yapıldığını düşünüyorum (umarım yanılıyorumdur). Türkiye’de firmalar logolarını reklam ajanslarına yaptırır genellikle. Batı dünyasında ise logo ve marka kimlik tasarımları reklam ajanslarından ziyade markalama ajanslarına yaptırılıyor. Gelişmiş ülkelerde markalamanın ayrı bir uzmanlık dalı olduğu biliniyor ve reklam ajansına değil, branding ajansına sipariş veriliyor. Türkiye’de ise logo bırakın reklam ajansını, matbaalara yaptırılıyor. Hal böyle olunca da “Türkiye’den dünya markası çıkarmak” güç oluyor. 


Web sitem: www.muratsaylan.com  
Diğer blog'um: http://muratsaylan.blogspot.com   

1 Şubat 2012 Çarşamba

No Plus


Bir markaya alt marka açmak istendiğinde akla gelen ilk isim “Plus” oluyor. Neredeyse her markanın Plus takılı bir alt markası var.
·      Bonus Plus Card
·      CarrefourSA Plus Card
·      Digiturk Plus
·      Pegasus Plus
·      Vestel Smart Plus
·      African Mango Plus

Google’a “plus” yazarsanız içinde “plus” geçen daha fazla yerli marka bulursunuz. (İyi ki varsın “plus”. Sen olmasaydın marka yöneticileri ve reklamcılar ne yapardı?)

Marka veya model ismi bulmakta zorlananlar "plus"lıyor. Alt marka ismi koymak bu kadar kolay olmamalı. Üstelik markayı da ucuzlatıyor.  "Bilmemne Plus" adında ismi koymayın markanıza artık. Plus bayatladı. Saksıyı azıcık çalıştırırsanız gayet güzel isimler bulabilirsiniz.

Diyeceksiniz ki, Google Plus da var. Haklısınız. Kabızlık sadece biz Türklere özel değil.


Web sitem: www.muratsaylan.com  
Diğer blog'um: http://muratsaylan.blogspot.com   

1 Ocak 2012 Pazar

AVM sayısı hala yetersiz


Son 10 yıldır AVM sahipleri ve işleticileri hemen her gün “bu kadar AVM Türkiye’ye fazla” deyip durdular. Ne oldu? Her yıl ortalama 30 AVM açıldı. Hepsini dolduracak marka da müşteri de var. Şu anda 350 civarında AVM var Türkiye’de ve hala hepsi dolup taşıyor. Boş olanlar ise ya mimarisi kötü, ya etrafında daha güzel AVM’ler var, ya işletme yöntemleri kötü, ya da kiralama politikaları berbat. İstisnalar kaideyi bozmaz. Türkiye’nin daha çok AVM’ye ihtiyacı var. AVM’ler ilçelere kadar girmek zorunda. Nüfusu 50 binin üzerindeki her bölgenin en az bir AVM si olmalıdır. Şu anda Avrupa’da kişi başına düşen AVM metrekaresi Türkye’nin 2 katı.

Müşteri çekmek için daha iyi konumlandırılmış ve planlanmış AVM’ler inşaa edilmesi gerekiyor. Bundan sonra açılacak AVM’ler daha güzel olacak, sosyal alanları daha fazla olacak, daha yeni markalar yer alacak, daha eğlenceli aktiviteler olacak. Bu da tüketicilere yarayacak. 


Web sitem: www.muratsaylan.com  
Diğer blog'um: http://muratsaylan.blogspot.com