15 Aralık 2011 Perşembe

Turizm Petrol’ün yerini alabilir mi?


İş seyahati amacıyla geçenlerde Dubai’deydim. Birleşik Arap Emirlikleri’nin en büyük 2 şehrinden biri olan Dubai’nin, ülke markasının da ötesinde bir bilinirliği var. BAE yedi emirliğin bir araya gelmesiyle kurulmuş federatif bir Arap devleti. Her emirlik özerk yönetiliyor ve her birinin başlarında kendi emirleri var. Abu Dabi şehrinin emiri ise BAE’nin kralı.

Dubai emirliğinin başında El Maktum var. El Maktum Dubai’yi dünyanın en bilinen ve en arzulanan şehri haline getirmeyi kafaya koymuş. Hakikaten Dubai’yi gezdiğinizde 200 yıl sonrasının bir şehrinde zannediyorsunuz kendinizi. Burj El Arap, Palmiye adaları, dünya adaları, dünyanın en büyük AVM’si Dubai Mall ve dünyanın en yüksek gökdeleni El Halife Dubai’de. Sadece bu yapılar değil yollar, parklar ve kamu alanları da çok iyi planlanmış. Anlaşılan daha çok ilgi çekecek yapı yapmaya devam edecekler ve Dubai’yi daha da ilginç kılacaklar. Emirliğin başındaki kral petrolden elde ettiği geliri Dubai’nin görkemleşmesine harcıyor. Sonuç olarak Dubai çok turist çekiyor. Ayrıca bir çok firmanın Avrasya merkezi de Dubai’de. İklimi, güneşi, denizi ve plajı harika olan bu şehirde dünyanın her yerinden insan yaşıyor. Yönetim ve yerel halk da özgürlüklere karşı çok saygılı. Şimdiden bir dünya kenti Dubai.

Su akarken küpünü doldurmak diye bir deyim vardır.  El Maktum petrol varken Dubai’yi markalaştırmaya çalışıyor. Çünkü petrol bittiğinde elinde sadece turizm ve ticaret gelirleri olacağını biliyor. Bence haklı da. Bundan 40 sene sonra, iddia edildiği gibi petrol biterse Dubai hala ayakta ve canlı kalmaya devam edecektir. Tabii El Maktum sülalesi de krallar gibi yaşamaya devam edecektir …


Web sitem: www.muratsaylan.com  
Diğer blog'um: http://muratsaylan.blogspot.com   

1 Kasım 2011 Salı

Samsung telefonları Apple’ın iPhone’larına rakip olabilir mi?


Telefon teknolojisinin bilgisayar teknolojisiyle bütünleşeceğini bundan 10 sene önce de yazmıştım. Hatta danışmanlık yaptığım Casper’ın 2006 yılında uzak doğulu HTC telefonlarını Türkiye’ye getirme girişimi sırasında kendilerine Casper ve HTC’leri bir mause hareketiyle birbirine dosya aktarabilen ara yazılım geliştirmelerini dahi önermiştim. Şimdi ortalığı akıllı telefon denen, bilgisayarların bazı yeteneklerine sahip telefonlar kaplamış durumda.

Nokia bir sürü abuk sabuk telefon modeli geliştireceğine akıllı telefon teknolojisine odaklansaydı hala liderdi. 5-6 yıl öncesinin pazar liderinin yakın geleceği görememesi ne acı.

Akıllı telefonların, bilgisayarlardan rol çalacağını göremeyen Microsoft’un telefon yazılımı geliştirmede, hatta Windows’larla entegre çalışabilen telefon yazılımı geliştirmede geç kalmasını da hayretle karşılıyorum. Microsoft’un, yeni yetme Google’ın Android’ine yenilmesinin sonuçları çok vahim olacak. Kenara yazın; Google, Android yazılımının bilgisayar işletim sistemi versiyonunu çıkardığı gün Microsoft’un değeri dörtte birine düşecek. Eee, atalar boşuna “akıl yaşta değil baştadır” dememmiş.

Kıran kırana geçen telefon rekabetinde Apple’ın iPhone marka telefonları tüm rakiplerine fark atmış durumda. Hem dünyanın en pahalı telefonu hem de herkesin elinde. Guruların “rakiplerinizden farklılaşırsanız hiç kimse sizle rekabet edemez” nasihatini Apple her alanda olduğu gibi telefon alanında da uyguladı ve bir numara oldu. (Umarım Apple’ın yeni yöneticileri Steve Jobs’ın başarısının “farklılaşmada” olduğunu anlamışlardır. Yoksa teknoloji dünyasında kendine özgü olan ve sürekli farklılık yaratan şirket kalmayacak)

Geleceğin akıllı telefonlarda olduğunu geç de olsa iyi kavrayan bir marka da Samsung. Yalnız aşırı “me too” (bende de var) yaklaşımını bir an önce terk etmeli. Kendine özgü bir çizgi izlemeli. 50’nin üzerinde akıllı telefon modeli üzerinde çalışacağına iPhone’dan farklı ne yapabilirime odaklanmalılar.  Çünkü mobil telefon alanında yapılabileceklerin sınırı yok. Ama Samsung 50 farklı model geliştirmeye odaklanırsa çok yakında cep telefonu birimini kapar veya satar. Her ne kadar şu anda iPhone ile kafa kafaya rekabet ediyor olsalar da, iPhone kadar karlı olduklarını sanmıyorum. 


Web sitem: www.muratsaylan.com  
Diğer blog'um: http://muratsaylan.blogspot.com   

1 Ekim 2011 Cumartesi

Reklam karakterinin marka imajına ve satışlarına etkisi


Avea reklamlarında yanılmıyorsam 2 yıldır “fasulye” karakteri kullanılıyor. Bu karaktere de “optik” eşlik ediyor. Fasulye’li tüm reklamlar oldukça komik ve sempatik. Kaç defa izlersem izleyeyim zapping yapmıyorum. Reklamda espriler çok akıcı, mizansen ve oyunculuklar son derece ilgi çekici. Üstelik komedi yapalım derken mesajlar da güme gitmiyor. Bu reklamlarda satış önermesinin de çok başarılı bir şekilde tüketiciye geçirildiğini gözlemliyorum.

Bence Fasulye’li reklamlar Avea’yı tüketicilerin gündemine de taşıyor.  Zaten bir reklamın başarı ölçütlerinden biri de halkın o reklam üzerine ne kadar konuştuğuyla ilintili değil midir? Fasulye’li reklamlar döneminde Avea’nın pazar payında ilerleme olması da reklamların başarısını gösteriyor. Bizi güldürdükleri ve Avea’yı zihinlerde alternatiflerimizin arasına soktukları için reklamları hazırlayan ajansı da tebrik ediyorum.

Sanırım Avea’nın bu reklamları reklam ajanslarını ve reklamverenleri karakter yaratma ve bu karakterle halkın gönlünü çalma konusunda tekrar düşündürtecektir. 


Web sitem: www.muratsaylan.com  
Diğer blog'um: http://muratsaylan.blogspot.com   


1 Eylül 2011 Perşembe

Doğtaş’ın yeniden doğuşu


Geçmiş seçimlerin birisinde bir partinin sloganı “Bir şey değişecek, her şey değişecek” idi. Bu slogana bayılmıştım. Özel ve iş hayatımızdaki bazı değişikliklerin kaderimizi tamamen değiştirdiğine tanık olmuşsunuzdur. Ufak bir değişiklik geleceğinizi karartabilirken, bir başka ufak değişiklik yeniden doğmanıza neden olabilmiştir. Markaların hayatlarında da böyle ufak gibi görünen ama büyük başarılara ulaşmasını sağlayan değişiklikler vardır. 

Geçmişte farklı zamanlarda iki mobilya firmasıyla çalışma fırsatım olduğu için mobilya sektörünü hep yakından takip ederim. Doğtaş’ı da eskiden beri bilirim. Beyaz zemine en bildik tipografiyle mavi renkte yazılmış Doğtaş logosuyla oldukça sıradan mağazaları vardı bir zamanlar Doğtaş’ın. Hiç yenilik vaat etmeyen bu cephe düzeniyle içeriye yeterince tüketici çekemiyordu sanırım. Zira rakipleri kadar reklam da veremiyordu. En azından o dönemlerde evlenmeme ve Doğtaş’ların önünden geçmeme rağmen biz hiç girmedik her hangi bir Doğtaş mağazasına.

Ama ne olduysa Doğtaş mağazalarının dış cephesini yeniledi bundan 2-3 sene önce. Her yerde görmeye alışık olduğumuz sıradan tabela formatlarının dışına çıkarak, en çok tercih edilen kırmızı, mavi gibi renleri kullanma kolaylığına kaçmayarak, çok farklı bir cephe giydirmesi yaptı. Kahverengi ahşap çıtalarla mağaza binasının tümünü giydirdi ve zarif bir tipografiyle Doğtaş Exculisive tabelası astı bu mağazalara. Bu değişiklik sonrasında resmen sınıf atladı Doğtaş markası. Birbirlerini taklit eden rakiplerinden farklılaşmıştı Doğtaş. Herkes mobilya bakarken gezilecek markalar arasına Doğtaş’ı da eklemey başladı. Sonrasında okuduğumuz haberlerden Doğtaş’ın sürekli büyüdüğünü ve Türkiye’nin lider mobilya markaları arasına girdiğini öğrendik. Yani Doğtaş’ta bir şey değişti, çok şey değişti.  

Elbette Doğtaş’ın 3-4 yılda inanılmaz büyümesinin sebebi sadece mağazalarını bu kadar güzel ve farklı giydirmesi değildir. Modelleri, kalitesi, satış ağı, tanıtım yatırımları da etkili olmuştur. Ama bana öyle geliyor ki; her şey mağaza cephesi yeniliğinden sonra iyi gitmeye ve düzelmeye başladı. Bu fikir kimden çıktıysa ve bu fikri kimler benimseyip uygulattıysa akıllarına sağlık.


Web sitem: www.muratsaylan.com  
Diğer blog'um: http://muratsaylan.blogspot.com   

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Harika bir konumlandırmada farklılaşma ve pazara giriş stratejisi: Full


Akaryakıt istasyonu pazarı oldukça oturmuş bir pazardır. Bundan bir yıl öncesine kadar bu sektöre girmeyi düşünmek veya küçük firmaların üst sıralara tırmanacağını düşünmek neredeyse imkansızdı. Bundan 5 yıl önce Alpet, bu pazarda ilk 5’e girme iddiasıyla yola çıktı. Segmentasyona ve konumlandırmaya inanmadığını çeşitli röportajlarında belirten dahi reklamcı Hulisi Derici tarafından yapılan dikkat çekici reklamlar sayesinde Alpet’in bilinirliği ve marka değeri arttı. Ama Alpet hedeflediği ilk 5’e hala giremedi. (Sektör verilerine göre Alpet marka bilinirliğinde de, bayi sayısında da, satışlarda da maalesef hala ilk 5’te değil).

2010 yılında kurulan ve akaryakıt istasyonu alanında ekonomik marka olarak kendini konumlandıran Full, kitlesel mecralarda hiç reklam vermeden hem tüketicilerin hem de akaryakıt istasyonu sahiplerinin ilgisini çekmeyi başarmış durumda. Rakiplerine oranla %7’ye varan indirimlerle akaryakıt satan Full, ekonomik marka konumlandırmasıyla hızla yaygınlaşıyor.

Demek ki sizi rakiplerinizden farklılaştıracak bir konumlandırma belirlemek dikkat çekici reklamlardan daha etkili oluyor. Öyle ki uluslararası markaların bayisi olan akaryakıt istasyonu sahipleri bile istasyonlarını Full’e kiralıyorlar. Zaten tüketicilere bu indirimi sunabilmelerinin en büyük nedeni de bayilik vermeyip, istasyonları kendileri işletmelerinden kaynaklanıyor. Daha 1 yıl olmadan İstanbul’da 27 istasyona ulaşan Full’ün akaryakıt istasyonları dolup taşıyor.

Tüketici sadece ucuz diye sizden almaz, diğer hizmetleri de layıkıyla yapıyor olmalısınız. 10’dan fazla Full istasyonunu dolaştım. Öncelikle istasyonların tasarımının gayet iyi olduğunu söylemeliyim. İstasyonlara ilgiyi çekmek için yol üzerinde yaptıkları tanıtım uygulamaları da çarpıcı. İstasyonlardaki pompacıların kıyafetleri ve müşteriye yaklaşımları da gayet güzel. Market bölümü beklentileri karşılayacak düzeyde. Hatta bazılarında kafe bile var. Yani uluslararası markalardaki hizmetlerin ve olanakların hepsi eksiksiz Full’de de var.

Markanın ismi de hem marka vaadine hem de konumlandırmasına uygun olmuş. Bu markayı yaratan ve işletenleri tebrik ediyorum. Bu gidişle Full, Alpet’ten önce ilk 5’e girerse şaşmam.

Demek ki; rakiplerden farklılaşan bir konumlandırma bulabilirseniz en zorlu pazarlarda bile kendinize yer bulabilir ve üst sıralara tırmanabilirsiniz. Pazara yeni gireceklere ve alttaki markalara cesaret ve ilham verdiği için Full’ün sahiplerini de kutluyorum. 


Web sitem: www.muratsaylan.com  
Diğer blog'um: http://muratsaylan.blogspot.com   

1 Temmuz 2011 Cuma

Sponsorlukta “saldım çayıra Mevlam kayıra” anlayışının son örneği


Yaz aylarında İstanbul’un en güzel eğlence yerlerinden biri de Kuruçeşme Arena’dır. Burada harika konserler düzenlenmektedir. Birçok marka için çok değerli olan kitleler konser izlemeye ve eğlenmeye buraya gelmektedir. Dolayısıyla Kuruçeşme Arena’ya veya buradaki etkinliklere sponsor olmak için markalar birbirleriyle yarışmaktadır. Bu yarışı kazananlardan biri de Efes Pilsen. Kuruçeşme Arena içinde çeşitli alanlarda Efes Pilsen istasyonları var ve burada bira satılıyor. Üstelik sıcak bira!.. 

Evet yanlış okumadınız… Yaz sıcağında serinlemek ve keyiflenmek için aldığınız bira sıcak. İç içebilirsen. Yüksek fiyattan satılan bu biraları alanlar içmeden biralarını döküyorlar. Konser alanı olduğu için birayı kağıt bardağa koyuyorlar. Kağıt bardaklar küçük olduğu için aldığınız biranın hepsini bardağa dolduramıyorlar. Servis yapan kişi bardağa bira koyarken bilerek hızlı davranıyor. Bira köpürdüğü için bardağın yarısı birayla, yarısı köpükle doluyor. Şişenin dibinde kalan biralar biriktirilerek başka konser severlere satılıyor. Doğal olarak ödediğiniz fahiş fiyat karşılığında sıcak ve yarım bira aldığınız için siz de sinirleniyorsunuz.

Efes Pilsen bu sponsorluğuyla tüketicisiyle arasındaki bağları güçlendirmiyor, tam tersine zayıflatıyor… Yöneticiler bu duruma bir an önce el atmalıdır. Sponsorluk ve etkinlik faaliyetlerini devrettikleri ajansları daha sık denetlemelidirler.


Web sitem: www.muratsaylan.com  
Diğer blog'um: http://muratsaylan.blogspot.com   

1 Haziran 2011 Çarşamba

Yerel içeceklerimizin globalleşme şansı artıyor mu?


Enerji içecekleri, özellikle de Red Bull piyasaya sunulduğunda CocaCola Campany bunu pek de önemsememişti. Ama bu yeni içecek tüketicide müthiş bir karşılık buldu. CocaCola geç de olsa bu pazara Burn ile girdi. CocaCola Campany Fanta, Sprite, Cappy gibi markaların da sahibi. Bu firma “insanlar bir şey içecekse bizden içecek” diye özetlenebilecek bir stratejiye sahip. Doğal olarak dünyada tutan tüm içecekleri portföyüne almak gibi bir oburluğu da mevcut. CocaCola gibi dev firmaların dünyadaki yerel veya ulusal bir içeceği kısa bir sürede global bir içeceğe dönüştürmesi de pek mümkün.

CocaCola Company’nin başındaki yöneticinin bir Türk olduğunu düşünürsek, Türklere özgü içeceklerin global içecek olabilme ihtimalini de hayal edebiliriz. Bu hayalden yola çıkarak bize özgü içeceklerin global şansını değerlendirmek istedim.
·        Ayran: Sütaş el atasıya kadar geleneksel içeceğimiz ayranımız marketlerden satın alınmıyordu desek yanılmış olmayız. Sütaş sayesinde bu geleneksel içeceğimizin yıldızı parladı. Şimdi bine yakın ayran markamız var ve bunlardan en az 30’u ulusal çapta pazarlanıyor. Bu kadar sağlıklı ve lezzetli bir içeceğin global bir içecek olma ihtimalini çok yüksek görüyorum. Tatil yörelerinde kana kana ayran içen turistleri gördükçe daha da umutlanıyorum. 
·        Limonata: Limonata Türkiye’ye özgü bir içecek değil ama öyle sanıyorum ki en çok tüketen millet de biziz. Uzun süre bir büfe lezzeti olan bu içecek, Uludağ’ın el atmasıyla marketlerde satılan hızlı tüketim maddesi olmayı başardı. Limonatanın bu yeni sunumunun dünyada da karşılık bulacağına inanıyorum. Çeşitlendirilebilirse global bir içecek olma şansı yüksek. Özellikle ev yapımı naneli limonata tadını şişeleyebilirlerse harika olur.
·        Şalgam Suyu:  Geleneksel içeceklerimizden biri de şalgam suyudur. Çukurova yöresine özgü bu içeceğimiz özellikle kebap sofralarının vazgeçilmezidir. Üstelik çok sağlıklı bir içecektir. Tadı her ne kadar Anadolu’ya özgün olsa da, bu içeceğimizin de global arenada çok büyük şansı olduğunu düşünüyorum. Yeter ki doğru sunum yapılsın. Adana’nın yerlileri ve Adana’daki yerel üreticiler şalgam suyunun en güzelini yapmaktadırlar. Şalgam suyunu şişeleyip tüm Türkiye piyasasına veren firma azdır ve bunların hiçbirinde Adana’daki lezzeti bulamazsınız. Yine de Adana’daki şalgam sularının lezzetine en yakın üretimi Doğanay yapmaktadır. Doğanay’ın penetrasyonu (bulunurluğu) o kadar yüksektir ki, sanırım pazarın %90’ına hakimdir. Doğanay’ın şalgam suyunu yurt dışına açmasının ve yabancılara sevdirmesinin zamanı çoktan geldi ve geçti
·        Kefir: Bir süt türevi olan kefir hak ettiği ilgiyi henüz tüketicilerden göremedi. Bu sağlıklı içeceğin ileride hak ettiği ilgiyi göreceğini, önce ulusal sonra da global arenada önemli tüketici kitlesi kazanacağına inanıyorum.
·        Diğer içeceklerimiz: Şerbet, boza ve turşu suyunu şişeleyip piyasaya kimler sunacak çok merak ediyorum. Gerçi CocaCola Campany’nin markası Cappy, limonatadan sonra şerbeti de piyasaya sundu ama, bu alanda yerli bir firmanın Türk tüketicisini şerbet içmeye daha kolay ikna edebileceğini düşünüyorum. Seyyar satışa kanunlarımız izin verirse Vefa markasının geleneksel boza satış modelini modernleştirerek boza satışlarını patlatacağını hayal ediyorum. Turşu suyu da sofralar ve restoranlar için harika bir içecek olabilir. Üstelik farklı çeşitlerini de piyasaya sunmak mümkün. 


Web sitem: www.muratsaylan.com  
Diğer blog'um: http://muratsaylan.blogspot.com   

1 Mayıs 2011 Pazar

Daha iyisini yapamayacaksan rakibini asla taklit etmemelisin


Akü markalarının arasında tatlı bir rekabet mevcuttur. Pazarın lideri %35 ile Mutlu Akü’dür. %14 ile İnci Akü ikinci, %12 ile Yiğit Akü üçüncü sıradadır. Mutlu Akü yıllarca “mutluyum, mutlusun, mutlu” sloganıyla idare etti. İnci Akü’nün çok başarılı olduğunu düşündüğüm “al bir İnci, ol birinci” sloganı Mutlu’yu etkilemiş olmalı ki bu yıl harika bir jingle ile radyolarda “Türkiye’de Mutlu Akü bir numara” diyerek pazar payına gönderme yapmaya başladı. Bu radyo reklamının müziği o kadar güzel olmuş ki arabada radyo dinlerken ne zaman bu müziği duysam keyfim yerine geliyor, şarkıya eşlik ediyorum. Bu reklam şarkısını siz de www.birnumaraaku.com adresinde dinleyebilirsiniz. Şarkıyı besteleyeni de şarkıyı söyleyen bayan şarkıcıyı da kutluyorum. Harika iş çıkarmışlar. Jingle’ın başarılı olduğunu gören Mutlu Akü dillere pelesenk olan şarkısını ünlü şarkıcılara da söyletmeye başladı. Müslüm Gürses’in, Kubat’ın ve Pamela’nın yorumları da güzel olmuş.

Bu arada pazarın üçüncüsü ve atak delikanlısı Yiğit Akü de boş durmadı ve Mutlu’yu taklit ederek kendi reklam müziklerini radyolarda yayınlatmaya başladı. Yalnız Yiğit Akü’nün radyo jingle’ları tam bir felaket. Sözleri, bestesi ve yorumcusuyla kulakları tırmalayan 2 tane radyo jingle’ları var. Sözleri aküyle alakasız. Sanki bir lastik markası için yazılmış da, lastik markası kabul etmeyince akü markasına uyarlanmış gibi. Hele bir de anlaşılmayan melodik sözleri (nara mı demeliydim) var ki tam evlere şenlik.  Yiğit Akü’nün jingle’ları radyoda çıktı mı hemen kanal değiştiriyorum. Yiğit Akü’den rica ediyorum kulaklarımıza işkence etmemek için bir an önce bu jingle’ları yayından kaldırsın.  Markasına zarar veriyor.      


Web sitem: www.muratsaylan.com  
Diğer blog'um: http://muratsaylan.blogspot.com   

19 Nisan 2011 Salı

Yine, yeniden konumlandırma


Bazı markalar ismiyle, logosuyla, ambalajıyla, sloganıyla, fiyatıyla, hedef kitlesiyle, reklamıyla o kadar tutarsız ki, bu markaların arkasındakilerin konumlandırmadan bi haber oldukları hemen anlaşılıyor. 3500 defa anlattım ama kısaca konumlandırmayı tekrar anlatayım.

Konumlandırma; birbirini arzu eden sevgililerin öpüşmesi ile açıklanabilir. Bu ateşli öpüşmede olduğu gibi önemli olan marka ile alıcının bir birlerini arzulamış olmalarıdır.  Konumlandırma ile bu arzulamayı yaratırsınız.

Marka hedeflediği tüketicinin eline geçmiyorsa veya tüketici tükettiği markadan beklediği faydayı sağlayamadıysa ortada konumlandırma yoktur, aşk yoktur. Ne tüketici doğru markayı seçmiştir, ne de marka doğru tüketiciyi.

“Su akar yolunu bulur, marka kendi tüketicisini yaratır. Neredeyse her markanın alıcısı vardır. Her marka öyle veya böyle satılıyordur. Kimi az kimi çok tercih ediliyordur. Konumlandırmaya ne gerek var” diyebilirsiniz. Rakiplerin az olduğu, pazarların olgunluk seviyesine ulaşmadığı dönemlerde konumlandırmaya ihtiyaç yoktu, ama şimdi var.

Hem mallar ve hizmetler pazarında marka bolluğu yaşıyoruz, hem de sürekli kalabalıklaşan nüfus içerisinde benzer tüketim davranışları sergileyen insanlardan oluşan kümelerin (segmentlerin) sayısı artıyor.

Konumlandırma; markanızı hangi segmentin (veya segmentlerin) tüketmesini istediğinize bağlı olarak, markanızı şekillendirmenizdir. Ya hedeflediğiniz segmente uygun bir marka inşa etmelisiniz ya da markanıza uygun segmenti bulmalısınız.

Seçtiğiniz konumlandırma ile rakibiniz olan markalardan da farklılaşabilmeniz gerekir. Böylece daha kolay fark edilir ve hatırlanır olabilirsiniz.

Konumlandırma marka yönetiminin bel kemiğidir. Pazarlamanın meşhur 4P’si konumlandırmaya göre belirlenir. İsabetli bir konumlandırmanız yok ise pazarda tutunmanız zorlaşır. Üzerinde ısrarlı ve tutarlı bir şekilde durduğunuz iyi bir konumlandırmanız varsa kısa vadede de, uzun vadede de kazanan siz olursunuz.

1 Mart 2011 Salı

Anadolu kaplanlarının İstanbullu ajans merakı

Anadolu’daki KOBİ’lerin büyüyüp reklamveren pozisyonuna geldiklerinde reklam veya halkla ilişkiler ajansı seçmek için İstanbul’un yolunu tutmalarına şaşıyorum. Bu resmen “bindikleri dalı kesmek” bence. Sadece Kayserili, Antepli, Konyalı, Denizlili firmalar değil, Ankaralı ve İzmirli firmalar bile İstanbullu ajanslarla çalışmak için can atıyor. İstanbullu ajanslarla yapılan çoğu işbirliği de hüsranla bitiyor. Çünkü hem taşıma suyla değirmen dönmüyor, hem de İstanbullu ajanslar Anadolu kaplanlarını yolunacak kaz gibi gördükleri için “overcharge” yapıyorlar (kasık atıyorlar demek istemedimJ). Ayrıca İstanbullu ajanslar maalesef büyük reklamverenlere hizmet edecek bilgi ve beceriye sahipler, doğmakta olan bir reklamverene hizmet etme kabiliyetleri az.  

Bana göre; bir marka doğduğu/yaşadığı şehri ve çevre ekonomisini de geliştirebilirse sürdürülebilir büyüme yakalayabilir. Bunu yapabilmek için de öncelikle kendi şehrindeki raklam ve halkla ilişkiler ajanslarıyla çalışmalı. Evet, yerel ajanslardan başta kötü hizmet alınabilir. Ama Anadolu kaplanları, İstanbullu ajanslara vermeyi göze aldığı ücretin yarısını memleketindeki ajanslara vermeyi kabullense, yerel ajanslar İstanbullu ajanslardan daha iyi hizmet sunar. Üstelik bu tutumuyla şehrin tasarım gücüne ve ekonomisine de büyük katkısı olur. Şehrin üniversitelerinden mezun olan tasarımcı ve iletişimciler İstanbul’a göçmez. Donanımlı yerel ajanslar sayesinde şehirdeki diğer firmalar da kendini geliştireceği için yerel ekonomi ve sosyal hayat canlanır. Her demeçlerinde yerli malı kullanmanın önemine değinen Anadolu kaplanlarını patronları öncelikle yerli ajans kullanarak samimiyetlerini kanıtlamalıdır.


Anadolu kaplanları özenti yaklaşımlardan (aşağılık komplekslerinden demek istemedimJ) sıyrılıp şehirlerindeki ajanslara sabırla şans vermelidirler.